05 Ekim 2007

Orda Kimse Var Mı?


Ben hayatta fazla bekleyenlerden olmadım hiç. Sabırlı bir insan değilim galiba öyle sandığım kadar. Bir bankanın iş görüşmesinde karşılaşıncaya kadar, risk almanın değil riske fiyat biçmenin önemli olduğunu hiç duymamıştım da üstelik. Belki bu yüzden açık sözlü olmakla patavatsızlığı, cesaretle cehaleti karıştırdığım da çok olmuştur. Bu yazdıklarım da patavatsızlık sınıfına girer mi diye korkmuyorsam cehaletime verin gitsin lütfen. Ama sabır ile ataleti karıştırdığım pek olmadı sanırım hayatta. Bir kanat çırpışında hayatın ensesinde olmak istiyorum demiştim kendime bir zaman. Epey kanat çırpmam gerekti hayatimin bu döneminde erişebildiğim menzile varıncaya kadar. Ve bir şey öğrenebildiysem geçtiğim yollarda o da;

“Gönül diliyle konuşan birini buldun mu susmayacaksın, hasbıhal edeceksin.”

Dil susabilir sorun değil; ağırbaşlı bir sükûnet çoğu zaman büyüklük göstergesidir. Ama gönül konuşacak. Resme bir fırça da sen atacaksın; bir renk de sen katacaksın. Yoksa yaşadım diyemezsin. Yoksa yaşattım da diyemezsin.

Dostum, yaşatacaksın ki ölmeyeceksin ya da yaşatacaksın ki öldüğünde yaşamımın hakkını verdim diyebileceksin.

Yazılarımı bir internet günlüğünde de yayınlamaya başladığımda bir sayaç koymuştum sayfama; acaba birileri sayfama giriyor mu diye izlemek için. Üç beş ay boyunca gördüm ki kendim yazıyor kendim okuyordum. İçimden aynı hevesle yazmak geçmez oldu. Çünkü benden taşan dönüp gene bana akıyordu. Yazdıklarım bana çok özel ve olağanüstü şeyler olarak görünüyordu hâlbuki. Ama başka hiç kimse böyle düşünmüyor muydu acaba? Bir ses, bir söz bekledim. Herkesler haberdardı yazılarımdan ve adresinden oysa. Eşim, dostum, kardeşim... Ve ben bir küçük fısıltı, belli belirsiz de olsa bir yankı - bekledim de bekledim... Bir kelebek kanat çırpsın ve bir ferahlık dünyanın öbür ucundan, yüreğime erişsin diye bekledim. Tabiat da böyle bekler dostlarım. Toprak, koynunda büyüttüğü tohumun meyveye eriştiğini görmeyi umar. Çiçekler arıları bekler. Meyveler dalında kuşları bekler. Bin bir türlü güzelliği yeryüzünün tadılmayı, koklanmayı, bilinmeyi, sevilmeyi bekler.

Bir beklentiyle yazmaktan bahsetmiyorum. Çünkü tüm o dökülen kelimeler bana birer hediyeydi ve bunun kendisi zaten yeterince mutluluk vericiydi. Ama hangi hediye kutusunda saklanır ki dostlarım? Hediye elden ele dolaşmak ister. Sevgiyle ötekine verilen sevgiyle berikine taşmak ister. Hayat paylaşmak ister. Hayat göklerden yere inmek; yerde gürül gürül çağlamak; denize, okyanusa karışmak ve yine bulut olup bir dağ başında fırtına koparmak ister.

Biliyorum meşguliyetler var... Mecburiyetler var... Biliyorum zaman dar. Dar zamanda ihmal edilen belki daha önemli şeyler de var. Ancak zamanından avuç içi kadarını hak edene ayıramıyorsa insan, bir nefeslik ara veremiyorsa koşuşturmasından; hangi mecburiyeti çıkarabilir ki hayatından?

Biliyorum; aslında bu yaşadığımız, birbirini yeterince tanımamanın uçurumu. Birbirimize yeterince yakından bakamamış olmanın. Ve belki de birikti yakından bakmamız gerekip de bakamadıklarımız geçen yıllarla. Belki eşimiz, kardeşimiz bile yabancılaştı zamanla. Hak veriyorum size. İnanın sorun değil, yazdıklarımı okumayın; içerlemem buna. Önemli değil; bana ya da eloğluna bir ses, bir yanıt vermeyin isterseniz. Ancak uzaktakine bir ses gönderemiyorsa ara ara insan, varlığın beni gülümsetiyor diyemiyorsa bir an, yakındaki kimin emin olabilir – selamını aldığından?

28 Eylül 2007

Nedir Sevgi?


Nedir sevgi diye sordum kendime
ve iki kelebektir dedi yüreğim
raks ederek oynaşan
ve yükselip alçalarak aynı hayalde
gönlünün arzusuna kavuşan

İki yüreğin birlikte aynı duyguyla; aynı haz, aynı coşku, aynı mutlulukla titreşmesidir sevgi. Ayrılığı ortadan kaldırmaktır. Tek bir piyanonun kırık dökük ezgisinden bir orkestranın muhteşem senfonisine akmaktır. Tek bir kanadı kırık kuş cıvıltısından tüm evrende yankılanan harikulade bir şarkıya varmaktır. Saksıda ayrık duran çiçekleri birbirine ekleyip rengârenk bir dağ manzarası, doyumsuz bir cümbüş yaratmaktır sevgi.

Bir başkasının şarkısına karışan herkes bilir onu. Bir başkasının elinden tutan herkes bilir. Birlikte mücadele edenler bilir; birlikte ağlayanlar ve birlikte gülenler… Bir zaman birlikte nefes almış; aynı kederi, aynı hüznü ya da aynı sevinci içine çekmiş olanlar bilir. Bir bebeğin gözlerinde aynı dünyanın aksini görmüş herkes bilir. Birlikte çay yudumlamış, simidini bölüşmüşler bilir.

Ötekini kendine, kendine ötekine katmaktır sevgi. Kendi yüreğinden vazgeçecek kadar vermektir ve iki yüreği birlemektir. Tek bir nabız olmaktır. Sonsuz sayıda renk olup aynı gökkuşağında kucaklaşmaktır.

Sevdim ben bu hayatı; karşıma çıkan her şeyi ve herkesi… Aynadaki yüzümün artık belirginleşen çizgilerini, her kalem tutuşunda beni şaşırtan ellerimi… Kendisi zor geçinen rahmetlik amcamın Amerika’ya giderken biriktirip bana yüz dolar verişini sevdim. Babamın inceliğini, efendiliğini… Ayva reçelinde annemin şefkatini sevdim. Hatta annemin kimi zaman gönlündekiyle dilindekini birleyemeyişini de... Kızımın “Aliş”, karımın “Koncam”, dilimin “Karıncam” deyişini sevdim. Rahmetlik babaannemin becerikliliğini, nimetin hele de köy yerinde değerini bana öğretişini sevdim. Ağabeyimin masumiyetini, cömert ruhunu; kız kardeşimin hırçın ve özgür ruhunu; Yasin’in derinliğini, kendini bütünleyişini… Halacığımın gülümseyişini…

Adlarını anmadım diye kızmasınlar bana; her dostumu ayrı sevdim. Kimiyle kazanmayı ve kaybetmeyi sevdim mesela. Kimiyle şarkı söylemeyi, kimiyle temizlik yapmayı, kimiyle gece yarısı makarna pişirip yemeyi sevdim. Ama hepsiyle zamanı durdurmayı sevdim ve hepsinde kendimi yeniden bulmayı…

Suda parıldayan ateşin, havada uçuşan külün ve aşk acısının, gönlümü yakışını sevdim.

Nedir sevgi diye sordum kendime
ve iki kelebektir dedi yüreğim.

İki mutlu, raks eden kelebek

27 Eylül 2007

Ben Yapmadım Egom Yaptı

Hayat bir yarış, bir mücadele diyenlere (ya da öyle hissedenlere) çok rastlıyorum bu aralar. Ama hayatın bir oyun olduğunu düşünenler (mesela kızım öyle...) de var. Hayatın bir okul, bir sınav olduğunu düşünenler (mesela dindar insanlar ve belki öğrenciler) var. Hayatın bir macera olduğunu düşünenler var. Hayatın bir eğlence olduğunu düşünenler var. Hayatın bir arayış olduğunu düşünenler... Hayatın sevginin bir ifadesi olduğunu düşünenler... Bir tekrar olduğunu, acımasız olduğunu ve daha bir çok şey...

İşin ilginç tarafı kim ne olduğunu düşünüyorsa kendisini onu yaşarken buluyor. Oyunu ne olarak tanımlıyorsan o oyunun içindesindir ve her ne ile özdeşleşiyorsan oyunda "o"sundur. Adını senin koyduğun ve rolünü de kendin biçtiğin oyununu yaşarsın.

“Bir şey” ile özdeşleşmek demek; ben kimim sorusuna cevaben “ben bu şeyim” ya da “bu şey benim” demektir.

İstersen hiçbir şeyle özdeşleşme; gerçeği yaşa.

Çünkü ben yoksam ya da benim olan; ego da yok. Ayrılık yoksa birlik var ve birlik varsa gerisi teferruat.

Günah, hata, yanlış, eksik, insanın yaptığı şeyle ilgili değildir. Ne yapıyorsan yap soru şudur; egonun arzularını mı tatmin etmeye çabalıyorsun yoksa doğana (ki o sevgidir) izin mi veriyorsun? İlginç olan, insan sürekli egosunun arzularını tatmin etmeye çabalarken sürekli olarak da egosu tarafından yargılanır ve yetersiz, kötü, günahkâr bulunur. Oysa egosunu yaşayan yalanı yaşar, kendisi olmayanı kovalar ve aslında kendinde değildir. Kendinde olmayanın yaptığı her şey hoş görülebilir. Bazı ilaçlarla kendinden geçmiş ve ne yaptığını bilmeyen insanlara da her şeyi yaptırabilirsiniz. İlacı sonuçlarını da bilerek kendi iradeleriyle almamışlarsa kim onları suçlayabilir. Kim bile bile çıldırmayı ve hayatın gerçeğini değil ilacın yalanını seçecek kadar hayattan vazgeçebilir? Hepimiz uykudaysak, hepimiz çıldırmışsak kim kimi suçlayabilir?

İstersen sevgi içinde yaşa; gerçeği yaşa.

Çünkü sevgi varsa ego yok; sevgi varsa yalan da yok. Sevgi varsa her şeyin özüne indin ve işin özüne vardıysan gerisi teferruat.

Ego aslında iyidir. Egoyu da sev, ayrı görme.

Çünkü o olmadan ortada oynanacak bir oyun da yoktur.
Çünkü en eğlenceli ve zorlu bulmaca egonun içindeyken dışarıyı ve dışarıya çıktığında da içerdekinin değerini keşfetmektir. Her bulmacanın bir çözümü olduğu gibi bunun da vardır.

Çünkü ego aslında hiç olmayan sorunlar yaratırJ ve her sorun da bir fırsat. Ego bir öğretmendir ve bir dost.

Çünkü ego varsa seçenek vardır. Ego yoksa her şey birdir ve her şey seçime gerek olmaksızın kendiliğindendir.

Çünkü ego varsa bir gerçek ve bir de yalan vardır ve ancak iki şeyden bir ilişki doğabilir.

Bazen kalbim diyor ki, aslında böyle bir mesaj alışverişi yok; bu satırları okuyanlarla aramızda. Hatta aslında böyle bir hayat ta yok yaşadığımı sandığım ve tabii Ali Karakuş diye biri de. Ve eğer tüm bunları varmış gibi yaşatan, var eden egom ise hakkını teslim etmem ve ona teşekkür etmem de gerekir. Bütün bunlar – az iş değil sonuçta.

26 Eylül 2007

Senindir


İhtiyaçlar Belli, Kaynaklar Sınırsız

Ekonomi bize yalan söylüyor. Hayat, kıt kaynaklar ve sınırsız ihtiyaçlar etrafında dönmüyor. Hayat, her ihtiyacımıza cevap verebilecek sınırsız bir bereket içeriyor. Eğer ekonomiye inanırsanız egonuzun siz olduğuna da inanırsınız. Delicesine biriktirmeye ve olmayan ihtiyaçlarınızın peşinde koşmaya başlarsınız. Hiç bitmeyecek ve asla kazanamayacağınız bir yarışa katılırsınız. Kendi fasit dairenizde ne kadar hesap yaparsanız yapın hiçbir yere varamadan, endişe ve telaş içinde ve hep bir şeylerden memnuniyetsiz döner durursunuz. İlerlemeye çabalarsınız, zengin olmaya ya da belki aydınlanmaya… Bunlar olduğunda, yani şu an eksik olan şey hayatınızda var olduğunda huzur bulacağınızı düşünürsünüz. İttirirsiniz, zorlarsınız, çabalarsınız ama bir çıkış bulamazsınız. Çünkü aslında tüm bu yaptıklarınızla sadece yanlış bir varsayımı doğrulamaya çalışırsınız; kaynaklar kıt, ihtiyaçlar sınırsız. Eğer ekonomiye inanırsanız egonuzun bir adım ötesinde duran engin bereketi, sınırsız güzelliği, sanatı, tabiatı, sevgiyi, şefkati görmeden geçiştirirsiniz. Hayatı görmezden gelirsiniz. Yalandan, “yaşıyormuş gibi” yaparsınız.

Egomuz bize, ben ve ötekiler, benim ve benim olmayan, üstün ve yetersiz, köle ve efendi, zengin ve fakir, iyi ve kötü, mükemmel ve yetersiz denilen ayırımlar olduğunu söylüyor. Öznel gerçeklik nesnel gerçeklik tanımları yapıyor. Benim dışımda benden ayrı bir dünya yaratıyor. O zaman da zaten içinde yüzdüğüm sınırsız mutluluğu, güzelliği, bereketi dışıma itiyor. Almama izin vermiyor. O yüzden sorun asla eksiklik, kıtlık, yetersizlik sorunu değildir. Sorun daima bin bir parçaya bölünme sorunudur; sorun "bir" olamama sorunudur.

Öyleyse zaten içinde yüzdüğüm sınırsız mutluluğu, güzelliği, bereketi nasıl olur da deneyimlerim? Nasıl olur da hayattayken gerçekten yaşarım. Hayatın şiirini, müziğini, rengini dibine kadar, özüne kadar nasıl yaşarım?

Bunu hemen şu anda ve burada yaşayabilirsiniz. Bu, kimine açık kimine kapalı bir lütuf değildir. Bu uzun zaman ve öz-disiplin içeren çalışmaların sonunda edineceğimiz bir hak değildir. Bu zaten bizimdir.


Senindir

…Sadece gevşe…

Gergin iken sana gelen hediyelere kapalısındır.

Gevşe… Hesap kitaba, endişeye ara ver. Olumlu ya da olumsuz beklentilere ara ver. Geleceğe ya da geçmişe kaçma. Gevşe ve burada dur. Şu anda.

Gevşe ve bomboş kal. Bir çocuk gibi; “ne kadar boş o kadar dolu”; ne kadar masum, sevecen o kadar açık…

Gevşe. Kendinden ve olandan hoşnut ol; gelenin değerini takdir et.

Gevşe… Seni esir alan bağımlılıklarından kurtul. Endişe, korku, hoşnutsuzluk içinde gevşeyemezsin. Bırak hepsini. Sonsuzluğa fırlat. Kabullen; her şey zaten mükemmel. Hayır, mükemmel olmayan şeyler de var diyorsan onları da kabullen. Değiştirme telaşını bırak. Almak kendiliğinden, doğal bir süreçtir. Kendini kendine bırak. Arama, ittirme, zorlama, çaba gösterme… Gevşe.

Sadece iste, çağır, geleceğini bil ve sezgilerini izle. Bir sanatçı ol; doğal akışın bir parçası ol; toprakla, suyla, doğanın canlı varlığıyla ilişki kur. Canlılığın içinde ol. Kuru bir kabuk olma; yaşayan bir can ol. Duyarlılık, derinlik, keskinlik kazan; açıl… Tüm görkemli eserler böyle yaratıldı. Tüm şaheserler böyle yazıldı. İste, çağır ve sezgilerini izle.

Sadece gevşe ve güven…

Denetleme; güven. Sen O’sun ve her şey zaten senin.

Güven… İçindeki ışıltıya güven, sevgiye güven, Tanrıya güven, kendine güven, olana güven, yeteneğine güven…

Ve al.

Senindir.

Aldığın senindir. Aldığın sensindir.

25 Eylül 2007

"Ali" Kimin Adı?

Gerekli gereksiz her şeyi, zamanla yarışarak, mücadele ederek “delicesine” ve gereğinden fazla üretmeye çabalayan bir düzen.

Bu düzende kendini paralayan ve duyduğu derin acıyı, bulduğu her şeye çekirge sürüsü gibi saldırarak, açgözlülükle, çılgınca tüketerek unutmaya çabalayan insancıklar…

Ama bir kenara yığıp istiflediklerimiz de yetmiyor; kalçada, göbekte biriktirip şişirdiklerimiz de. Kirlendik bir kere.

Sahip olmak istedikçe; sahip olduğumuzu sandığımız hiçbir şeyin yetmeyeceğini göremiyoruz. Bu düzenin kör duman kargaşasında aslında bize sahip olanları çoğalttığımızı göremiyoruz. Hep sahip olduklarımızdan daha fazlasına köle olduğumuzu göremiyoruz. En acısı da, asla herhangi bir şeyin sahibi olamayacağımızı göremiyoruz.

Tüm denizler balığındır; ama balık denize sahip değildir.
Tüm gökyüzü kuşlarındır; ama kuşlar göklerin sahibi değildir.
Toprak ağacın, meyve toprağın malı değildir.
Çocuk annenin, kadın erkeğin mülkü değildir.

Aldığım nefes, içtiğim su, döktüğüm gözyaşı…
Bu beden; ellerim, ayaklarım, gözlerim…
Zaferlerim, düşüşlerim, hüzünlerim…
Ne tarihim, ne de geleceğim…

Hatta kimlikteki adım;

“Ali”

O bile benim değildir.

04 Eylül 2007

Düşman Gibi Bir Deniz, Deniz Gibi Bir Düşman


Efendiyi efendi yapan “gücüne”; köleyi köle yapan ise “güçsüzlüğüne” odaklanmış ve nihayet inanmış olmasıdır.

Gücüne inanan, hiçbir şey yapmamak da dahil olmak üzere, onunla dilediğini yapabilir. Güçsüzlüğüne inanan ise ya korkuyla ya alçakgönüllülükle boyun eğer. Ancak insanın başına ne gelirse, doğru bildiğini gerçeğin yerine koymasından gelir ve kölenin bildiği de efendinin bildiği de gerçeklerden epey uzakta olabilir.

İnsanlar hür ve eşit doğar. Sonra da üstünlük/aşağılık fikrine inanmayı öğrenir. Köle köleliğini; efendi efendiliğini öğrenir ve böylece uyku başlar. Kölenin uykusu aşağılık, efendinin uykusu üstünlük uykusudur.

Kölelik kendinden sınırsızca vermeyi gerektirir; özveri ister ve uykuda özveride bulunsan da koymaz adama. Uyanıkken köle kal kalabiliyorsan. Hem uyanık hem köle olamaz hiç kimse.

Efendilik başkalarından sınırsızca almayı gerektirir; bencillik ve hırs ister ve uykuda bencillik de kolaydır hırs da. Uyanıkken bencil kal kalabiliyorsan. Hem uyanık hem efendi olamaz hiç kimse.

Efendinin üstünlüğünü yenilgiye uğratmak kolaydır. Çünkü üstünlük gelip geçici ve sanaldır. Bugün vardır yarın yoktur. Hem efendi kendisi dışında çok şeyi hesap etmek zorundadır. Yükü ağırdır. Biriktirdiklerine tutsaktır. Kölenin öğrenilmiş aşağılığını yok etmek ise zordur. Çünkü en tatlı uyku budur. Köle uykusunu, efendisinin sevdiğinden daha çok sever. Çünkü tek kişilik bile yaşamıyordur. Hesaba gerek yoktur, yarının yükü yoktur. Köle, köleliğinden; bildiğini sandıklarından; aşağılığından vazgeçmek istemez. Kölenin uyanışı, ölümdür ona ve ölümün korkusu, ölümün kendisinden acıdır. Gözlerini kırpmadan ölümden geçebilen asla köle olmamıştır bu hayatta.

Köle aşağılık ve yetersizlik uykusundan uyandığı an hiçbir şeydir ve aynı zamanda her şeydir. Ama isterse bu kez de üstünlük ve güç uykusuna yatabilir ve artık efendilik oyunu oynayabilir. Efendi üstünlük ve güç uykusundan uyandığı an hiçbir şeydir ve aynı zamanda her şeydir. Ama isterse bu kez de aşağılık ve yetersizlik uykusuna yatabilir ve artık kölelik oyununa dahildir. Oysa gerçekte insan ne efendi ne köledir. Bu yüzden mesele bir çaba ve mücadele meselesi olmaktan çok gözünü, zihnini, gönlünü açma ve her türlü uykudan temelli uyanma meselesidir.

Zamanında Tarık Bin Ziyad, Endülüs’ü fethetmek için İspanya’ya gemilerle çıkarma yaptığında askerleri karaya ayak basar basmaz, tüm gemileri yaktırmış ve askerlerine şunları söylemiştir; “Ey mücahitler, arkanızda düşman gibi bir deniz, önünüzde deniz gibi bir düşman var, nereye kaçacaksınız?".

Efendi iseniz efendiliğiniz, köle iseniz köleliğiniz sizin gemileriniz ve ikisini de yakmadan, ileri gidemeyeceksiniz.

15 Temmuz 2007

Çekim Yasası ya da Meraklıları İçin "SIR" (3)

Çekim Yasasını bilip arzuladığınız sonuçları hayatınızda var etmek için doğru şekilde kullanabilirsiniz. Ama hala, kendinize çektiğiniz önemli fırsatları değerlendirmek ya da değerlendirmemek seçeneğiniz vardır. (Hatta - görmek ya da görmemek seçeneği) Daha açık konuşayım; aslında Çekim Yasası daima sizin lehinize işler ve büyümek, öğrenmek, değişmek ve olgunlaşmak için her neye ihtiyacınız var ise sürekli olarak hayatınıza onu çekersiniz. Çünkü bilinçaltınıza kayıtlı ve doğru kabul ettiğiniz “yanlış düşünceler” çoğu zaman, acı içeren deneyimler yolundan geçmeden yenilenmezler. Dolayısıyla – aslında kendi yalan yanlış düşüncelerimle kendime yarattığım acı, (aslında “var olmayan acı “ – bakınız “Acıdan Geç” adlı yazım) olsa olsa iyi bir öğretmendir.

Hayat zaten sınırsız fırsatlarla dolu, her anı mükemmel bir armağandır. Ancak armağanı ve onun mükemmelliğini ancak kendi mükemmelliğim (düşüncelerimin izin verdiği mükemmelliğim) ölçüsünde süzebilir, algılayabilir ve gerçekten yaşayabilirim. (ve tam da bu yüzden “En büyük eserin sensin”:)

Dilerseniz “En büyük eserin sensin_Başarının Psikolojisi” adlı kitabımda yer alan “FIRSAT” adlı bölümden aşağıdaki satırları aktararak konuyu netleştirmeye çalışayım:


Sorumluluk alabilme derecesine bağlı olarak – insanlar (ve sosyal gruplar, kurumlar) kendilerine TEPKİSEL(REAKTİF) olmakla FIRSAT YARATAN EYLEMCİ (PROAKTİF) olmak arasında bir yer bulurlar.

Sorumluluklarından tamamen kaçınan tepkiseller (kronik kurbanlar) hayatta fırsat değil sadece dert olduğunu iddia ederler ve bu dertler, hep onları bulmaktadır. Kısmetleri kapalıdır, ne yapsalar boşunadır. İşin kötüsü hayatın rezil bir şey olduğuna öylesine inanmışlardır ki belki çevrelerindeki herkesi de buna ikna edebilirler. Fırsatları sadece görememekle kalmaz inkâr da ederler. Maalesef değişmedikleri sürece mutsuz yaşar, çevrelerine ümitsizlik saçar ve keder içinde ölürler.

İkinci aşamada bu sert olumsuz tepki biraz yumuşar. Hayat bu berbat haliyle bir şekilde kabullenilir. Hiçbir şey değiştirilemeyeceğinden bir şeyler yapmak için çabalamaya ya da bağırıp çağırmaya gerek yoktur. Tepkiden ziyade, derin bir eylemsizlik ve olumsuz ruh hali içerisinde, fırsatlar da görülemez. Çünkü gözler dışarıdaki dünya üzerinde değil içerideki sıkıntı bulutları üzerindedir. Enerji düşüktür. Her şeyi küçümseme ve değersizleştirme eğilimi gözlenebilir. Boş vermek kolaydır ve kolay olan seçilir.

Üçüncü aşamada dünyada iyi şeylerin, güzelliklerin, değerli insanların varlığı da fark edilir. İç sesinizi, hayatın bir dengesi ve değerli bir anlamı olması gerektiğini kulağınıza fısıldarken daha çok duymaya başlarsınız. Aslında az da olsa bir şekilde hayatta fırsatlar da mevcuttur; bunu görürsünüz. Ama bir şey yapmaya değmez. Zaten atalete saplanmışsınızdır ve olumsuz alışkanlıkların esirisinizdir. Fırsatlar az çok görülür; bir heves duyulur ama eylem olmadığından hepsi uçup gider. Belki başka biri bu fırsatları sizden çok sonraları görmüş ve değerlendirmiştir. Kızılır. (Daha çok da kendine)

Dördüncü aşamada düşünceler daha dengelidir; fırsatları görür ve değerlendirmeye çalışırsınız. Artık kendi içinizde bir karar vermişsinizdir; hayatı yakalamak, başarmak, gücünüzü kullanmak istersiniz. Bazen sonuç alır bazen de alamazsınız. Ama deniyorsunuzdur. Elinizden geleni, doğru olduğunu düşündüğünüz şeyi yapmak için çaba gösterirsiniz. Bu çabanız her zaman sonuç vermese de sizi ayakta tutar, güçlendirir. Artık fırsatlara açılırsınız ve daha da uyanıklaşırsınız.

Beşinci aşamada fırsatları sadece görmekle kalmaz ararsınız da. Değerlendirdiğiniz fırsatlar önünüze daha da büyüklerini çıkarır. Çünkü

“Fırsatlar değerlendirildikçe katlanır.”
(Sun Tzu)

Merak duygusunu yeniden harekete geçirdiğiniz, bir anlamda hayatı yeniden bir çocuğun enerjisiyle yaşamaya (oynamaya) başladığınız bir dönemdir bu. Her şeyin mümkün olduğunu düşünürsünüz ve kendinizi çok daha güçlü hissedersiniz.

Altıncı aşama, başınıza gelenlere ve hayata tepki verdiğiniz değil onu şekillendirdiğiniz aşamadır. Elbette beklenmedik olaylar sizin de başınıza gelir. Ama artık fırsatı yaratansınızdır. Yani problemi fırsata dönüştürürsünüz. Artık hayatta problem denen her şeyin aslında birer fırsat olduğunu düşünürsünüz. Problemleriniz için de şükredersiniz. İnsanları gerçekten dinlediğiniz; alışkanlıkların ötesine geçtiğiniz, mesajları boş bir zihinle (=önyargısız) okuduğunuz bir dönemdir bu. Gerçekten iletişim kuruyorsunuzdur. Gerçekten yaşıyorsunuzdur. Yanlış ya da kötü olan hiçbir şey yoktur. Adam olmak, büyük bir adam olmak yolundasınızdır. Güç ve rekabette ayakta kalmak artık mesele olmaktan çıkmıştır. Artık güçlendirmek ve ayağa kaldırmakla ilgilenirsiniz.

Son aşama ise olmakta olana gülümseyerek izin verdiğiniz; her ne oluyorsa sınırsız bir kabullenme ve sevgiyle karşıladığınız aşamadır. Olandan ve olabilecek olandan özgürleştiğiniz aşamadır.

Tüm bu aşamalar boyunca hayat hepimiz için basit bir gerçeğe açılarak başkalaşır;

“Sorumlusu benim; bir şeyin değişmesini istiyorsam değiştirmesi (ve değişmesi) gereken kişi, en önce benim.”

ya da;

“Hayatım ben böyle olduğum için böyledir.”

ya da;

“Hayatım benim kim olduğumun yansımasıdır.”

29 Haziran 2007

Çekim Yasası ya da Meraklıları için "SIR" (2)

ASLA BİR SIR OLMADI

Sır yoktur. Yeni bilgiye hazır olmak ya da olmamak vardır.
Yeni bilgiye hazır olmayan için sırrı duymak, sırrı bilmek değildir.

Gerçek sır; “kendini bilmektir.”
Bunu duymayan neredeyse yoktur. Peki, kendini bilen çok mudur?

Mükemmel olmayan bir hayat yoktur.
Sadece uykuda olmak ya da uyanık olmak vardır.
Sadece yalan ya da gerçek vardır.
Kendini bilmeyen yalanı yaşamaktadır.
Yalan hayatın asla mükemmel olmadığıdır.
Yalan senin asla mükemmel olmadığındır.
Yalana istediğin kadar zenginlik kat, mutluluk kat, servet kat…
Sadece daha çok inandığın ve bağlandığın daha büyük bir yalanın olacaktır.
Ve üzgünüm; her yalan acı yaratır.

Ama uyarmalıyım; "her düş de bir yürek acısına gebedir". Üstelik de bizatihi düş sahibinin kendisi dolayısıyla. Çünkü (hemen hemen:) hiçbir düş %100 iman içermiyor. Çünkü derinde bir yerde düşkuran, hep her şeyi kontrol edemediğini biliyor. Emin olamıyor... VE teslimiyet gösteremiyor.

Neye mi?

Kendi elinde olmadığını kendince bildiği; düşü gerçek yapma ihtimaline - kendine, hayata ve Tanrıya... %100 güvenemiyor. Eksiği tamam edemiyor. Sıfır nokta bilmem kaçı 1'e çıkaramıyor.

O yüzden uyarmalıyım; Tarumar olacak düşler; yıkılıp yeniden inşa edilecek gerçekler ve öğrenecek insan zamanla (bir anda mı demeliydim yoksa:); aslında kim olduğunu ve hep o olmuş olduğunu.

Tam Türkçesiyle söyleyeyim; Çekim Yasası, insan kendisini "Adam Etmeden" ya da büyütmeden "gerçekten" aradığı şeyi insana vermez. Çünkü ortalama bir insan düşüncelerini ancak sınırlı zamanda ve bilinçli bir şekilde farkında olarak ya da seçerek yaşar. Geriye kalan zamanda yaydığı düşünceler ise o insanın kim olduğunu, hayatla ve kendisi ile ilgili gerçekte ne düşündüğünü içerir. Yani ana akıntı güçlü bir şekilde bilinçaltına kayıtlı "Ben kimim ve hayat ne?" sorusuna cevap veren programdır ve ana yol o programı işe yaramadıkça yenilemektir. Hayatta (geçici) bazı sonuçlar elde etmek farklı bir şeydir; hangi sonuçları istersen gerçekleştirebilecek güçle donanmak başka bir şeydir.

Yine de haddimi aşarsam özür dileyerek, kişisel olarak bir tavsiyede bulunmak isterim... Sorgulayan bir zihin harikadır, yanlış seçimlerden insanı korur. Neden olmasın diyen ve deneyen bir zihin ise daha da harikadır, insanı geçmiş seçimlerinin götüremeyeceği yerlere götürür.

Çekim yasası gerçektir ve her gerçek gibi senin inanman ya da inanmaman onu etkilemez. İstersen bu yasayla sana erişen bilgiye hazırlanabilir ve kendini bilmeye açılabilirsin. “Evet, bilmeye açığım” dersen öğrenci hazır olduğunda öğretmen oradadır.

Dileyen için daha geniş sohbet imkânı ve karşılıklı keyifli bir eğitim;

İÇERİK;

1. Sırra Zihinsel Olarak Açık ve Hazır Olmak
Uyanmak
Kim Olmadığını Bilmek

2. Sırra Kalben Açık ve Hazır Olmak
Gücünün Farkına Varmak

3. Sırrın Farkına Varmak
Kendini Bilmek
Gerçeği İnşa Etmek

4. Hediyeyi Kabul Etmek
Geleni Görebilmek
Geleni Alabilmek
Güvenmek

5. Sırrı Kalıcı Olarak Yaşamak

27 Haziran 2007

Çekim Yasası ya da Meraklıları için "SIR" (1)

En Büyük Eserin Sensin adlı kitabımdan:

Çekim Kuralı: Bilinç düzeyinde düşündüğümüz şeylerle uyumlu insanları ve koşulları hayatımıza çekeriz.

Bu kural ilk duyduğunuzda saçma ya da bilimsellikten uzak gelebilir. Böyle düşünenler için fiziksel kurallardan “titreşim”, “radyasyon” ve “rezonans” ile ilgili olanları okumalarını tavsiye edebilirim. Meselenin özü şu; insan da her varlık gibi moleküler bir yapıya sahiptir ve bir titreşime sahiptir. Titreşimi yine her varlık gibi içerden dışarıya doğrudur. Düşünce ve duygularımız bizden dışarıya doğru titreşen bir enerji dalgası yayar ve bu dalga kendisiyle uyumlu başka düşüncelerle rezonansa girerek onları harekete geçirir. En bilinen ve basit örneği vermek gerekirse, aynı mekânda bulunan iki farklı piyano olduğunu düşünün. Bu piyanolardan birinin herhangi bir tuşuna bastığınızda, bu tuşa bağlı telin titreşimi ile aynı frekansta diğer piyanonun aynı notasına bağlı teli de titreşmeye başlar.

Gündelik hayattan bu kurala ilişkin bir örnek ise şöyle verilebilir: Örneğin bir projeniz, bir hedefiniz var ve aklınız sürekli olarak onunla meşgul. Umulmadık bir anda, beklenmedik bir yerde ve şekilde birileri, bir şeyler hayatınıza girer ve projenizle ilgili size yeni kapılar açarlar. Projenize ne kadar odaklanmışsanız, duyduğunuz heyecan ve şevk ne kadar yüksekse bu çekim o kadar kolay işler. Başka bir örnek siz tam da birilerini aklınızdan geçiriyorken, onun aklına da siz gelmişsinizdir – hatta telefon çalar, arayan odur.

Bu kuraldan hayatımızda yararlanmakla ilgili de şunları ekleyebiliriz: Sürekli olarak korkularınızı düşünürseniz korkularınızı büyütürsünüz ve fiziksel dünyanızda kendinize çekersiniz. (= “Korktuğun başına gelir.”) Dolayısıyla neyin gerçekleşmesini istiyorsanız onun gerçekleştiğini düşünün, hayal edin ve “inanç kural”ını hatırlayın. (= “Aklına gelen / korktuğun başına gelir.” / “İti an çomağı hazırla.” / “İyi adam lafının üzerine gelir.”/İstemediğin ot burnunun dibinde biter.”)

(Aslında bu kurala ilişkin en çok işe yarayabilecek yorum şudur; “ne düşündüğünüzden çok kim olduğunuzla alakalı kişileri ve durumları – dolayısıyla da neyi öğrenmeniz gerekiyorsa onu – hayatınıza, kendinize çekersiniz.) Şimdilik bu kadarla bitirelim; son bölümde üzerinde yine konuşacağız nasılsa.
...

En Büyük Eserin Sensin – 7. Bölüm Hayata Açılmak; Sayfa 215-258

Hatırlarsanız bu kitabın ikinci bölümünde Bilinç ve bilinçaltının faaliyetlerini düzenleyen “ZİHİNSEL KURALLAR” adlı bir bölümde size “Çekim Kuralı”ndan bahsettim. Bu kuralı “bilinç düzeyinde düşündüğümüz şeylerle uyumlu insanları ve koşulları hayatımıza çekeriz.” şeklinde açıklamıştım. Bu kuraldan hayatımızda yararlanmakla ilgili de şunları eklemiştim: Sürekli olarak korkularınızı düşünürseniz korkularınızı büyütürsünüz ve fiziksel dünyanızda kendinize çekersiniz. (=Korktuğunuz başınıza gelir.) Dolayısıyla neyin gerçekleşmesini istiyorsanız onu düşünün ve “inanç kuralı”nı hatırlayın. (=Aklınıza gelen başınıza gelir.)

Bu kuralla da bağlantılı olarak “büyük” insanların, bilinçaltlarında var olan düşünce birikiminin ve süregiden yeni seçimlerinin kalitesiyle paralel olarak kaliteli bir hayatı kendilerine çektiklerini söyleyebiliriz. Zihinlerinde canlanan parıltılı, renkli, canlı, anlamlı, kaliteli (=büyük) düşünceler ve bu düşüncelerin kaçınılmaz uzantısı olan büyük bir vizyona odaklı olmaları sayesinde onların herkesçe hissedilen bir etkileyicilikleri, ışıkları ve bir çekim alanları vardır. Bu çekim alanı aracılığıyla hayattan bekledikleri, istedikleri ne varsa bir mıknatıs gibi kendilerine çeker ve çevrelerindeki herkesi etkileyebilirler. Onlar, deyim yerindeyse zihin denilen eşsiz kaynağı etkili şekilde kullanmanın yolunu keşfetmişlerdir. (Bazen bu keşiflerinin farkında olmasalar da.)

“İnsanlar arasındaki gerçek fark enerjidir. Sağlam bir irade, belirlenmiş bir amaç, yenilmez bir azim her şeyi başarabilir. Büyük adamlarla küçük adamları birbirinden ayıran da budur.” (Thomas Fuller)

Yine de, mecburiyet ve korkulardan uzak; özgürlük, sevgi, kendiliğindenlik ve katkıya yakın – dans ederek yaşamak – bundan biraz daha fazlasını gerektirir. Daha geniş bir pencereden baktığınızda çekim alanınızın da (belki onu öğretebilecek kadar) farkında olmak ve onu doğru kullanmak önemlidir. Ben bunu çekimin dansı olarak adlandırmak istiyorum ve Mark Twain’e aynen katılıyorum;

“Bırakın dansın coşkusu sınırsız olsun.”

DANS ETMEYİ ÖĞRENMEK
Öncelikle şunu fark etmek gerekiyor. Evet; temelde düşüncelerimiz, dolayısıyla duygu ve davranışlarımız, sonuçlarımızı ve neyi, ne kadar kendimize çekeceğimizi belirliyor. Ama düşüncelerimizin çerçevesini belirleyen de kim olduğumuzdur (ya da kim olduğumuzu düşündüğümüzdür; kabuğumuz – egomuz – öz algımız, temel paradigmalarımız…) Hayatta kim ya da nasıl biri olduğuma ilişkin düşüncelerime paralel olarak diğer tüm otomatik düşüncelerim şekilleniyor. Dolayısıyla aslında çok işe yarayan bir yorum şöyle olabilir; “neyi öğrenmemiz gerekiyorsa onu hayatımıza çekeriz“. Kimliğimizin sorunlu yanlarını fark etmemizi, onlarla yüzleşmemizi ve nihayet kendimizi (kimliğimizi) yenileyerek daha iyi sonuçları otomatik olarak kendimize çekecek deneyimler yaşamayı başka türlü beceremiyoruz belki de. Örneğin açık sözlü olduğumu düşünürken aslında bir patavatsız olduğumu fark etmem, kabul etmem ve kendimi bu konuda yenilemem için patavatsızlığımla kendime çekeceğim olumsuz deneyimlere ihtiyacım olabilir. Bazı konularda hiç istemediğiniz sonuçların inatla sizi bulduğu olur mu? Hep aynı tür problemleri yaşadığınız ya da hep aynı tarz, problemli insanlarla karşılaştığınız. Sebebi açık; siz o deneyimden öğrenmeniz gereken dersi almadan benzer durumları tekrar tekrar yaşarsınız. Çünkü o konudaki düşünceleriniz değişmemiştir ve aynı düşünceler, aynı koşullar karşısında, aynı yetersiz çözümleri ya da çözümsüzlükleri hayatınıza çekecektir. Çözümü bulduğunuzda şöyle düşünürsünüz; “Hay Allah, ben bunu daha önce nasıl oldu da göremedim.”

Ben kim isem; kim olduysam ya da kim olacaksam bana onu yansıtır karşımdaki. Aynalarla çevrili bir dünyada ben ve benim görüntülerim varız sadece. Seni gördüğümü sandığımda senin gözlerinden kendimi görüyorumdur… (Anlayana.)

OLAĞANÜSTÜ BİR HAYATIN MIKNATISI OLMAK - (ÖZET)

Doğal olarak olağanüstü sonuçları hayatımıza çekebilmemiz için çok sağlıklı düşüncelere ve duygulara sahip olmamız gerekir. İç dünyamızın kalitesi arttıkça büyük bir insan olmaya doğru ilerleriz. Peki, bu konuda, yaşamak ve acı çekerek olgunlaşmak mı lazım. Tek yöntem bu mu?

En geçerli yöntem elbette “yaşamayı”, hayatın içinde olmayı içeriyor. Başkalarının hayatlarını – sadece – izleyerek kendi adımıza pek az şey öğrenebiliriz. Ama yaşamak denince de milyonlarca farklı yaşam şekli ve anlayışı olduğunu görmek lazım. Şimdi sizlere önereceğim kurallar tüm bu yaşamların arasından olağanüstü kişiler, koçlar, rehberler veya öğretmenler tarafından damıtılmış, sizlerin de üzerinde düşünerek ve kendiniz uygulayarak doğruluğunu deneyimleyebileceğiniz basit ama derin kurallar.

1. Bencil = Kişilikli Ol
Yanlış duymadınız; bencil olun diyorum. Çünkü “istediklerimi hayatıma çekebilmem için önce bir ben olmalı.” Diğer bir deyişle sadece kendi dışımızdaki insanlar, başkaları için çalışmayı, çabalamayı, yaşamayı bırakmamız gerekiyor. Kendine hayrı olmayanın dünyaya da bir faydası dokunmaz çünkü. İnsan en önce kendisi için yaşamalıdır. Aksi takdirde kendisini yok sayarak hayatına mutluluğu, gelişimi, huzuru dâhil etmesi mümkün değildir.

2. Sağlam Karakter Geliştir
Bencil olmak ve kendini seçimleriyle var etmenin ikinci aşaması sağlam bir karakter geliştirmektir.
Onurlu, sağlam, dürüst, doğru, açık, ilgili, içten, cesur, nazik, tutarlı, saygılı, bağışlayıcı, anlayışlı, vizyon sahibi... sağlam karakterli, “büyük” bir adam.

Karakter sahibi olmak demek, artık dışımdaki dünyanın yönettiği bir birey olmaktan çıkıp özgür bir insan olmak demektir. Çünkü sağlam bir karakter geliştirmişsen artık ne hissedeceğini, düşüneceğini, yaşayacağını vs. dışarıya, başkalarına bakarak aramaz, belirlemezsin. Artık başkaları seni ne üzebilir ne de korkutabilir.

3. Mecburiyetleri Aş
Hayatına doğru şeyleri çekebilmek için mecburiyet düşüncesini yenmelisin. Çünkü mecburiyet düşüncesi, bizi, kendimizi daha da çok mecbur hissedeceğimiz şeylerle dolu bir hayata çeker. Mecburiyet hissi; düşündüğümüz, söylediğimiz ve yaptığımız her şeyden, doğal ve kendiliğindenlik içeren içsel enerjiyi, şevki, mutluluğu emen bir çatlak yaratır.

4. Bugünde Yaşa
“Çekim (hayat) zaman olarak içinde bulunduğumuz ‘şu an’da işler; dünde veya yarında değil.” İçinde yaşadığımız anın farkında olmaz isek; bu anın getirdiklerine ve fırsatlarına kapalıyız demektir. Aslında şu an yaşadığımız an dışında gerçekten bir an olmadığı için tüm fırsatlara kapalıyız demektir. Oysa biz zihnimizde ya sürekli olarak geçmişi evirir çevirir, keşkelerle ya da pişmanlıklarla geçmişe takılıp kalırız ya da gelecek için endişe duyar, planlar yaparız. Neredeyse zamanımızın sadece %1’inde şimdide yaşarız ve bu oran bizi kendimizi ümitsizce tekrar etmeye; geçmişin yükünü bugüne ve geleceğe taşımaya götürür. Araba kullanırken sürekli dikiz aynasıyla geriye bakamayız. Aynen gideceğimiz yer ya da yolun göremediğimiz, bilmediğimiz bölümleri için devamlı olarak endişelenip haritaya bakamayacağımız gibi. Hemen önümüzü, yolu kollamalıyız. Yoksa kaza yapmak kaçınılmaz olur.

5. Tepki Değil Cevap Ver
Daha önce de söylemiştim; “öğreninceye kadar, öğrenmemiz gerekeni hayatımıza çekeriz.” Bize kendimizle ilgili gerçeğin kaldırabileceğimiz kadarını söyleyen olaylar, durumlar, sorunlar yaşar ve aslında bu gerçeği yüzümüze vuran insanlarla karşılaşırız. O yüzden başımıza gelenlerden, karşılaştığımız sorunlardan almamız gereken dersi almalıyız. Biz dersimizi alana kadar hayatımızda, benzer (ve çözümsüz görünen) sorunları tekrar tekrar deneyimleyeceğiz. Bu da sıradan, tekdüze, kendisini tekrar eden bir hayat yaşamak demektir.

Öneri çok basit aslında; “hayatına sıradan olmayan, ortalama olmayan şeyleri çekmek istiyorsan; sıradan olma, sıradan tepkiler verme”. Herkesin düşündüğünden farklı düşünme ve başkalarının beklentilerinin dışında bir hayat sahibi olma özgürlüğünü küçümseme. Geçmişte düşündüğün, tepki verdiğin yollardan farklı yollar seçerek düşünme ve farklı tepkiler verme özgürlüğünü küçümseme. Problemlerini sadece çözme; onlardan öğren ve hayattan alman gereken dersi kaçırma.

6. Keyifle Katkı Yap
Duygular düşüncelerden çok daha yoğun ve güçlüdürler. Dolayısıyla da daha çabuk ve kolay çekim yaratırlar. Olumlu duygular içerisindeki bir insan, hayatına çok daha güçlü bir şekilde fırsatları, çözümleri, dostları… çekecektir. Çünkü “ne yaptığımızdan çok nasıl yaptığımız çekimin gücünü belirler.” Diğer bir deyişle eylemden alınan keyfin (olumsuz tarafından bakarsak sıkıntının) yoğunluğu çekimin gücünü yaratır. Üstelik keyif bulaşıcıdır da ve keyifle başkalarına katkı yapmak, değer katmak sizi de değerli yapar. Siz hayata ne verirseniz (olumlu ya da olumsuz) hayat cömertçe size karşılık verecektir. Başkalarının gelişimi için keyifle çaba gösterdiğiniz ve onlara öğrettiğinizde aynı zamanda bildiklerinizi içselleştirmiş de olursunuz. Katkı yapmadan, hayata değer katmadan hayattan istediklerimizi alamayız. O yüzden insanlara onların istediği şekilde yardımcı olun ve bundan keyif alın.

“Zafer değil - eylem her şeydir.” (Goethe)

7. Derinden Etkile
“Başkalarını etkiledikçe çekim alanınız ve çekim gücünüz artar.” (Ya da tersi; çekim alanınız ve gücünüz yüksekse başkalarını derinden etkilersiniz.)

Bizler çoğu zaman kendi küçük dünyamıza odaklı bir hayat yaşarız. Onun dışında kalan dünyayı anlamaya, keşfetmeye, ondan öğrenmeye pek hevesli olmayız. Anlamaya çalışmak yerine kendimizi anlatmak derdindeyizdir. Belli alışkanlıklarımız vardır ve değişmeye, gelişmeye pek niyetimiz de yoktur. Onun yerine boş bir çaba içerisine girer, her problemde, sıkıntıda kendimizi değil başkalarını, dışımızdaki dünyayı değiştirmek isteriz. En azından değişsin isteriz. Oysa çok temel bir gerçek vardır; kendimiz dışında hiçbir şey üzerinde gerçek bir kontrolümüz yoktur. Sırf ben değiş dedim diye dünya değişmez. Dünya sana bana pek kulak asmaz. Ta ki insanların hayatına dokunup; gerçek bir dost, özel bir insan oluncaya; sonuçlar, hedefler yerine insanlara odaklanarak ilham verici, etkileyici ve kaçınılmaz olarak çekim gücü çok yüksek bir insan haline dönüşünceye - “oluncaya” kadar. Ancak o zaman sözcükleriniz insanları uyandırır – siz uyandırmak için özellikle seçmeseniz de. Tavırlarınız onları güçlendirir, hayatla daha zengin bağlar kurmalarını sağlar. Bunun için planlar yapmasanız da.

“Sadece gördüğün doğruyu, dürüstçe ve sevgiyle söyle.” (Almaya hazır olanlara)

8. Yeteneklerini “Utanmadan” Pazarla
“Siz kendi değerinizi düşük buluyorsanız, kimse fiyatınızı yükseltmeyecektir.” Bu durumda da hayatınıza değeri düşük şeyleri çekersiniz. Başka türlü ifade etmek gerekirse, “Siz kendi gözünüzde çekici olmazsanız başkalarının sizin çekiminize kapılmalarını bekleyemezsiniz.” O yüzden kendinizle gurur duyacağınız şeyler yapın; kendinizle ilişkinizi geliştirin ve yeteneklerinizi açığa çıkarın.
Herkesin özel yetenekleri, özel bir tarafı vardır. Neyi iyi yaptığınızı bilin ve hünerinizi sergileyin, ışığınızı paylaşın. Herkes bu dünyada olağanüstü bir etki yaratabilir, iz bırakabilir. En basit, sıradan görünen insan bile, merak eder de dünyasına girerseniz olağanüstü bir şeyler barındırır.

“Eğer bir etki yaratabilecek kadar büyük olmadığınızı düşünüyorsanız, odada bir sivrisinekle yatağa uzanmayı deneyin.” (Anita Koddick)

9. Hayattayken Yaşa
“Yaşamasını bilmek çekim yaratır; bir yaşam tarzının peşinden koşmak ise sadece kendi kendimizi baştan (ve yoldan) çıkarır.”

Bizler yaşadığımız hayatın akışı içerisinde her gün o kadar çok “olağanüstü bir hayat nasıl olmalı?” sorusunun cevabına ilişkin yanlış fikirlerle pompalanıyoruz ki neredeyse yetersizliklerinden ötürü yaşadığımız hayattan nefret eder hale geliyoruz. Tek derdimiz olağanüstü bir “yaşam” değil belli bir şekilde giyinilen, yenilen, içilen, belli şeylere sahip olunan, belli insanlarla, belli şekillerde bir araya gelinen, kuralları (raconları) olan bir “yaşam tarzı” haline geliyor. Sürekli maddede tatmin peşinde koşuyor, sürekli bir şeyler satın alarak hedeflediğimiz yaşam tarzına yaklaşmayı umuyoruz. Aslında haksız da sayılmayız pek. Çünkü “çoğu kez rolünü oynamak ya da bir arabaya sahip olmak, mutluluğu aramaktan daha kolaydır.”

10. Seni Çekecek Boşluk/Alan Yarat
“Kendini ileri ittirmek ya da gelişmeye zorlamaktansa kendini ileri çekecek (olgunlaştıracak, geliştirecek) koşullarda bulunmak daha akıllıcadır.” Aynen bitkilerin yüzünü sürekli güneşe ya da ışığa dönerek en doğal, en zahmetsiz yoldan beslenmeleri ve büyümeleri gibi… Ya da aikido sporunda rakibinin enerjisini onu alt etmek için kullanmak gibi… Ya da uçakların yüksek irtifada daha az sürtünme ve ters kuvvet altında daha kolay ve süratli uçmaları gibi…

“Enerjin nerede zahmetsizce akıyorsa orada değerlendir.”

11. Fırsatları “Hemen” Değerlendir
“Fırsatlar değerlendirildikçe katlanır.” (Sun Tzu)

Hemen hepimiz hayatımız boyunca sınırsız sayıda tehlikeli durumla karşılaşırız. Aynı şekilde hepimizin karşısına sınırsız sayıda da fırsat çıkar. Fırsatları değerlendirmek ya da tehlikeleri savuşturmak aynen bir refleks gibi otomatik hale gelebilir. Ama bizim otomatikleştirdiğimiz refleks, genellikle hem fırsatları hem de tehlikeleri yok saymak veya gözden kaçırmaktır. Oysa fırsatlara, gelişime, büyümeye, imkânlara, zenginliğe açık olmadan bunları hayatımıza (ya çekemeyiz ya da çeksek de) kabul edemeyiz.

12. Duyarlılık Geliştir
“Ortalama insandan daha uyanık ve duyarlı olmak çekimin getirdiklerini yakalamak demektir.” Zira “hayatınıza çektiğiniz güzellikleri, fırsatları fark etmiyorsanız bir anlamları olmayacaktır.”

“Olağanüstü bir şey olmalı. Çünkü hiçbir şey anlamıyorum.” (Moliere)

13. Hayatından Müsamahayı (Göz Yummayı) Çıkar
“Müsamaha, kendinize ve sizin için önemli insanlara karşı çekiminizi zayıflatır.” Yavaş yavaş enerjinizi eritir ve kişisel gelişim hızınızı düşürür.” Bir çocukken hiçbir şeye müsamaha göstermiyorduk. İstediğimizi ısrarla ve inatla istemeye devam ediyor beğenmediğimiz hiçbir şeye müsamaha göstermiyorduk. Ama zamanla kuralları, uyum sağlamayı, sabırlı olmayı, hemen sesini yükseltmemeyi, sıramızı beklemeyi, olumlu tarafından bakmayı, anlayışlı olmayı, geri adım atmayı, istediklerimizi her zaman alamayacağımızı ve daha birçok şeyi öğrendik. Hatta o kadar aşırıya gittik ki görmezden gelmeye, üşenmeye, herkese her şeyi açıklamaya, mazeretler üretmeye, ertelemeye, idare etmeye de alıştık. İstemeye istemeye kabullenmeyi kanıksadık. Ama bunun bir maliyeti olduğunu, silkinip yeniden yüklerden kurtulmamız, hafiflememiz gerektiğini hatırlamamız gerekiyor. Kendimizden ve çevremizden beklediklerimizi – “istemeyi” ve “gerçekleştirmeyi” öğrenmemiz gerekiyor.

“Eğer bu kahveyse lütfen bana biraz çay getirin; yok eğer bu çaysa o zaman lütfen biraz kahve getirin.” (A. Lincoln)

14. İşinde Usta Ol
“Yaptığınız şeyde, işinizde bir usta olmak başlı başına bir çekim kaynağıdır.” O yüzden güçlü yanınızı, özel yeteneğinizi bulun ve onda ustalaşın. Alanınızda lider olun. Markalaşın; ilk akla gelen isimlerden biri olun. İşinizde bilinenlerin üzerine kendi sanatınızı da katın.

Herkes her işi yapıyor. Herkes her konuda fikir beyan ediyor; çok şey bildiğini iddia ediyor. (Hoş ben de bu kitabı yazarken benzer bir şey yapıyorum belki) Ama hemen her konunun bir uzmanı, onun da ötesinde ustası var. Ustalar ortalama insanlardan ya da sıradan uzmanlardan çok daha farklı olarak kazanma eşiğini geçmiş oluyorlar. Yani sürüden ayrılmış ve sürüdeki herkesin hayranlıkla izlediği, tek başlarına çekim alanına sahip biri haline geliyorlar. Ustalıkları onları uzmanların dahi parmakla gösterdiği biri yapıyor. İşin hoş yanı, herkes sizi parmakla gösterirken “ben buradayım” diye bağırmanıza, kendinizi göstermeye çalışmanıza gerek kalmaz.

15. Geleni Öngör / Bir Vizyoner Ol
“Geleni öngörebilirsen bir gelecek inşa etmek zorunda kalmazsın.” Geleni öngörmek basitçe görüşünü genişletmek, çok daha büyük bir pencereden bakarak, çok daha net gözlüklerle yolu, hayatı kavramak, bir vizyoner olmak demektir. Olasılıkları, trendleri, muhtemel sonuçları okuyabilmek demektir. Bu da kendini yenileme, hazırlama imkânı, gücü ve özgürlüğü yaratır.

Geleni öngörmek demek aynı zamanda bugünden geleceğe akan bir hayalin olması da demektir. Zaten başka türlü belirsiz bir dilekten öteye geçemeyiz de. Ama hayalimiz şu an var olan trendlerin geleceğe bir yansımasıdır sadece. Muhammed Ali’nin ne zaman, kime karşı, nasıl bir maçta dünya şampiyonu olacağını çok önceden büyük bir tutku ve inançla söylemesini hatırlayın. Kafasındaki resmin gerçekleşmekte olduğunu önceden görüyordu.

16. Daha “İnsan” Ol
Kendin ol. Egonu değil gerçeğini yaşa; birisi gibi olmaya çalışmaktan ya da daha üstün bir insan olmaya çalışmaktan vazgeç. İdeal “SEN”in peşinden koşma; sadece ondan ilham al. Aydınlanmaya çabalama. Zaten aydınlanıyorsun.

Zayıflıklarını da kucakla. Zayıf yanlarında gücünü keşfet. Hatta zayıflıkların için şükret. Çünkü onlar sayesinde bir yolculuk yapıyor, öğreniyor, keşfediyorsun. Kendini her şeyinle sev. Kendini ve diğer insanları kabullen. Eksiklerinle de kendin olmaktan keyif ve sorumluluk al. Sadece zayıf yanlarının mesajını oku ve zayıflıklarını delege et. Gerekiyorsa başkalarını bu konuda uyar ve sorumluluk al. Ama kendine gülmeyi öğren. Beceriksizsen, aptalsan, kendinden memnun değilsen, beş parasızsan, şişmansan, kelsen... bunu söyle gitsin. Fazla ciddiyet ızdırap verir, altında kalırsın. (Kendimden biliyorum.)

“Eski eşimle dışarı çıkmak çok dinlendirici. Çünkü kıt akıllı olduğumu o zaten biliyor.” (Warren Thomas)

Bırak hayat, zorlayarak, ittirerek, sürtünmeye karşı iş yaparak değil doğallıkla aksın; “Kendiliğinden akan bilge bir nehir gibi.”

02 Mayıs 2007

Artık Zamanı Gelmedi Mi?


Maalesef insanlar ya da topluluklar bir şeyin o ya da bu şekilde olduğu fikrine inanmışlarsa tüm dünya gerçeklerini önlerine koysan da bir şeylerin farklı olabileceğini görmeyecek, kabul etmeyeceklerdir. İnsan bilgiyi, ancak programı izin verdiğince kabul edebilir ve sistemine alabilir.

Ben Ermeni’yim, ben Türküm, ben Kürdüm, ben X ya da Y'im türü tüm söylemler, bölerler. Bir biz olduğunda bir siz olmak zorundadır ya da bir siz olduğunda bir de biz olmak zorundadır.

Biz kimiz? Türk müyüz? Türk ne ki? Siz kimsiniz? Ermeni misiniz? Kürt müsünüz? Ermeni ne; Kürt kim ola ki?

Zihinlerde yaratılmış kimlikler penceresinden daima bir ayrılık, bir çatışma vardır. Kimlikleri bir yana koyacak olursak ortada sadece çıplak iki ruh kalır. Birbirinden gizleyecek ya da birbirinde sorgulayacak bir şeyi kalmayan iki ruh. O zaman bu iki ruh şunu çok net görür ki, ikisi arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de muhteşemdir; ikisi de benzersizdir ama ikisi de birdir. Ama düşünceler birliğe katlanamaz. Düşünceler didik didik eder; bin bir parçaya bölerler. Böldükçe “Anladık” derler; böldükçe “Tamam! Bu, budur” derler ve maalesef böldükçe, meseleyi tümüyle içinden çıkılmaz hale getirirler.

Düşünceler bizi bölüyor; düşünceler bizi Türk, Fransız, Ermeni, Amerikalı, Yahudi, Kürt, Filistinli, Müslüman, ateist vs. yapıyor.

Düşünceler susmayı bilmiyor. Onlar savunuyor, çarpışıyor, kavga ediyor. Onlar sadece haklı olmayı biliyor. Onlar sadece bölmeyi biliyor. Ayırmayı biliyor. Kavga etmeyi biliyor.

Peki, tüm düşünceler sustuğunda geriye ne kalır?



Türk olmak, Türkleri sevmeyi getirdiği kadar Türk olmayan “onları” da sevmeyi getirmiyorsa ne işe yarar ki? İşin ilginci bu "onlar" sadece Fransız, Ermeni, Amerikalı, Yahudi, Kürt, Filistinli vs. olanlar da değil; belki de benim zihnimdeki Türk resminin içine oturmayan ama kendisini "Ben Türküm" diye tanımlayan başkaları da aynı zamanda. Düşünceler sadece Türk ve Türk olmayan diye bölmüyor ki. Durmuyor orada. Karadenizli, Akdenizli, Doğulu, Batılı, esmer, sarışın, dindar, şeriatçı, laik, akşamcı, okumuş, okuyamamış, kebap seven, balık seven vs. Türkler de var. Hem kim söyleyebilir; kimdir gerçek Türk ve kimdir yeterince Türk olmayan?

Müslüman olmak, diğer Müslümanları sevmeyi getirdiği kadar Müslüman olmayanı da sevmeyi getirmiyorsa ne işe yarar ki? İşin ilginci bu "onlar" sadece Hıristiyan, Budist, Yahudi vs. olanlar da değil; belki de benim zihnimdeki Müslüman resminin içine oturmayan ama kendisini "Ben Müslüman’ım" diye tanımlayan başkaları da aynı zamanda. Düşünceler sadece Müslüman, Yahudi, Hıristiyan diye bölmüyor ki. Durmuyor orada. Sünni, Alevi, Şii, Türk Sünni’si, Türk Şii’si, İran Şii’si, samimi Müslüman, sözde Müslüman… Hem kim söyleyebilir; kimdir gerçek Müslüman ve kimdir yeterince Müslüman olmayan?

Kürt olmak, Kürtleri sevmeyi getirdiği kadar Kürt olmayanları da, Ermeni olmak Ermenileri sevmeyi getirdiği kadar Ermeni olmayanları da, adımı ne koyarsam koyayım “Ben” olmak kendimi sevdiğim kadar “Seni” de sevmeyi getirmiyorsa ne işe yarar ki?

Belki de ihtiyacımız olan şey, tüm düşünceleri bir yana bırakıp birbirimizi sevmeyi ve sadece sevgiden mamul bir ruh, bir can olduğumuzu hatırlamamızdır.

Kelimeler yaralıyor…

Kelimeler bölüyor…

“Ya benim dediğim olacak ya da senin dediğin gibi de olmayacak.“

“Sen bana bunu yaptın… Ben de sana yapacağımı bilirim…”

“Sen benim kim olduğumu daha görmedin… Canımı alabilirsin ama ölürken sana yapacaklarımdan kaçamayacaksın…”

Peki, ne olacak ve nasıl olacak; bu kadar can acıtan kelimenin arasında kim, nasıl kazanacak?

Kelimeler yaralıyor.

Doğrular kelimelerin arkasında saklanıyor.

Belki de ihtiyacımız olan şey tüm kelimeleri bir yana bırakıp sessizce birbirimizin gözlerine, kalplerine, ruhuna bakmayı öğrenmemiz. Evet, ben kendimi bir Türk olarak buldum ve bundan dolayı da çok memnunum. Ama ben kendimi aynı zamanda dünyadaki tüm Ermeniler kadar Ermeni, tüm Yahudiler kadar Yahudi, tüm Kürtler kadar Kürt, tüm Fransızlar kadar Fransız hissetmeyi ve bundan da memnuniyet duymayı seçiyorum. Onlar ikiyüzlü mü? Benim de ikiyüzlülüklerim olmuştur muhakkak. Onlar alçak mı? Ben de alçaklık etmiş olmalıyım adını başka bir şeyler koyarak bir yerlerde birilerine. Öteki zalim mi? Ben de bir zaman güçle baştan çıkmış olmalıyım bilmeden. Onda gördüğüm her şey bende de vardır muhakkak; ama az ama çok. Ve belki de kelimelerden geçerken gerçek, yanlış yollara sapmıştır onca asır. Kızgınlığımız birikmiştir; anlaşılmamış ya da hakkı yenmiş masumlar olarak hepimizin.

Kelimeler incitiyor. Susalım.

Kelimeler küstürüyor. Gönül kapılarını açık tutalım.

Kelimeler acıtıyor. Acılarımızı birbirimize sarılarak kolaylayalım.

Hayat bir güç oyunu mu? Gücü olan istediği her şeyi alıyor mu? Ekonomik, askeri, siyasi, nükleer vs. güç dengesi benim lehime dönünce onları yok edeceğim, ezeceğim ve hepsi bitecek mi? Bu şekilde hepsini bitirebilen birileri oldu mu hiç ve olabilir mi? Güç oyununda ne kadar güçlü olursan ol güçsüz düşeceksin ve silineceksin. Bu oyunu değiştirmenin zamanı gelmedi mi? Gerçek gücün sadece ve sadece sevgi olduğunu görmenin zamanı gelmedi mi? Varsın yeryüzünde hiç Türk ya da Ermeni ya da Kürt ya da Yunan kalmasın. Hiç Türk ya da Ermeni ya da Kürt toprağı da olmasın. Bu bizim yok olmamız ya da yaşamın bitmesi mi demek? Zaten bu şekliyle var mıyız ki?

Sevgisiz kalmış hangi insan topluluğu gerçekten yaşamış ki?

Sevgiye yer olmayan topraklarda kim egemen olabilmiş ki?



Birbirimizi koşulsuz ve sınırsız sevmenin zamanı gelmedi mi?

Ben seversem ya o sevmezse, beni bitirirse ve yok olursam.

Ermeniler, Türkler, Kürtler; ötekiler... Korkusuzca sevmenin, beklentisizce sevmenin, sadece sevmenin zamanı gelmedi mi? Tokat atana öbür yanağını dönmekten bahsetmiyorum. Tokat atan el de, tokat yiyen yanak da benimdir. Programı yenilemekten bahsetmiyorum. Programı bir kenara atmanın zamanı gelmedi mi?

Uyanmanın zamanı gelmedi mi?

Ermeni, Kürt ya da öteki kardeşlerimi seviyorum demeyeceğim.

Kardeşlerimi seviyorum da demeyeceğim.

Seviyorum da demeyeceğim.

Bir şey de demeyeceğim.


Sadece zaten sevgiden başka bir şey olmadığımı bileceğim.

Yeter bu.

27 Nisan 2007

Hiç - Bir - Her - Şey

Hiçbir şey olmayı göze alamayan, herşey olamaz.

26 Nisan 2007

Aslını Koru-ma



Tohum filize, filiz ağaca dönüşmeden evvel korunmaya ihtiyaç duyar. Bebek çocukluğa, çocuk yetişkinliğe geçiş yapmadan evvel korunmaya ihtiyaç duyar. (Bir zaman birileri tarafından korunmuş herkes de zamanı geldiğinde bir başkasını ve o güne dek kendisini koruduğunu düşündüğü şeyi; kişiyi, kavramı vs. koruma içgüdüsüyle hareket eder.)

Koruyucu ister bir kabuk olsun; ister bir duvar ya da çit; isterse bir insan ya da devlet; aynı zamanda bir esaret te yaratır. Özellikle de artık bu korunmaya ihtiyaç kalmadığında.

Kabuk çok sert ise içindekinin filizlenip dışarı çıkmasına izin vermez ve onu öldürür. Anne çocuğunu her şeyden ve herkesten sakınıyorsa çocuk, tehlikeli bir dünyada tehlikeyi bilmediği bir anne kucağına tutsak kalır. Annesi olmadığında ise bu dünya ile baş edemez. Dış dünya ile bağlantısı kopmuş bir ülkenin vatandaşları gün gelip iletişim kanallarından bir sızıntı olduğunda var olduğunu sandıkları güvenliğin ve hatta üstünlüğün sanal olduğunu fark ederler. Üstelik belki de devletin, vatandaşını değil bizatihi kendisini (hükmeden devlet kavramını) yaşatmaya çabaladığını görüp sükut-u hayale uğrarlar.

Belli bir koşu mesafesi olmadan havalanamayan kuşlar gibiyiz. Kanatlarımız uçacak, bacaklarımız o mesafeyi hızla koşacak güce erişinceye dek bizi dış tehlikelerden koruyan bir duvar/çit/koruyucu gerekir. O güce sahip olduğumuzda ise bizi koruyan duvar artık uçmamıza engel olan bir gardiyan olmuştur.(Aynen hayvanat bahçelerinde üstü açık kuş kafeslerinde olduğu gibi)

Ten de böyledir. Bu dünyada var olabilmek ve öğrenebilmek için ona ihtiyaç duyarız. Ama ten olduğunu düşünmek, insanı kendi gerçeğinden ayrı tutan ve yalan dünyasından kopmasına engel olan bir tuzaktır.

Beni ben yapan (ya da yaptığını düşünmeyi seçtiğim) düşüncelerim de öyledir. Bugün seni koruyan o düşünceler yarın seni öldürürler. Çünkü sen yaşayan bir varlıksın ve yaşayan her varlık gibi büyümek, gelişmek, değişmek ve işe yaramayan "seni" öldürmek zorundasın. Ya büyürsün, öğrenirsin ve özgürleşirsin ya da aynı kalırsın ve güçsüzlüğünün esareti içinde her gün ölürsün.

Ya ölürsün ve yaşadığını sanırsın ya da kendini (artık miadını doldurmuş düşüncelerini ve onların yarattığını sandığın seni) öldürmeyi seçersin ve yeni bir hayata kanatlanırsın.

Kanatlarınız güçlü yüreğiniz cesur olsun...

24 Nisan 2007

Nihayet Sadece Seveceksiniz

Kaybolduğunun farkında olan ama kendisini nasıl bulacağını bilmeyen bir zavallı gibi hissetmek nedir bilirim. Bir adım ötesi aydınlığa açılan görkemli bir kapıdır ve sadece çok az cesur insan, bu kapıdan geçebileceğini düşünür. Oysa kapı, cesur olan ya da olmayan herkese ve daima açıktır. Şu anda açıktır.

Kapıdan geçerek tutsaklığını ve acılarını sona erdirmeyi arzulayan için formül basittir aslında: "Sevebilme kapasitemizi tüm alemi içine alacak kadar büyütmek." Çünkü alem bizim kim olduğumuzun bir yansımasından ibarettir. Tüm alemi sınırsızca ve koşulsuzca sevdiğinizde kendinizi de bir bütün olarak kabul etmiş ve sevmişsinizdir artık ve hiçbir ayrılık kalmamıştır yadsınacak.

"İyi de zorlayarak da sevgi olmuyor ve üstelik herkes ve her şey de sevilmiyor ki"; değil mi?

Böyle düşünmek ve hissetmekte yanlış olan bir şey yok. Bildikleri, bildiğini düşündükleri, insanı her türlü düşünce ve yargı noktasına vardırabilir. Her şeyi kolay ya da zor, saçma ya da mantıklı yapabilir. Sevgiye açılmak biraz da bu yüzden bilgiye açılmaktır. İnsan ancak bilmediklerini de bilir olduğunda (ve belki en nihayet bir gün her şeyi hatırladığında) sevgi ya da herhangi başka bir şey için kendini zorlamayacaktır. Çünkü sevemediğinin yerinde kendini gördüğünde sevemediğinin aslında kendisi olduğunu kavrayacak ve artık sevmeye açılacaktır.

Sen ve ben olmadığında;
"Nihayet sadece seveceksiniz."

19 Nisan 2007

Eğlence

Yaşamak diye bir amacının olmasını
ya da olmamasını;

Yaşam takar mı?

Sorular biterse bir gün

Cevaplar yine de akar mı?

Bulmacayı çözsen de çözmesen de

Eğlence hep seninle yaşar mı?



Ve unutmadan;
Ölüm yaşamlarımızın yarısını tutar gibi geliyor bana; çünkü ölmeyen hiçbir şey yeni bir yaşama yer bırakmaz diye bir his var bende. Bilmem ki:)

11 Nisan 2007

Yaşıyor Musun Ölüyor Musun?

Sevdikçe yaşıyorsun Ve
Korktukça ölüyorsun...

Verdikçe yaşıyorsun Ve
İstedikçe ölüyorsun...

Kendini buldukça yaşıyorsun Ve
Kendini aradıkça ölüyorsun...

Ölümüne izin verdikçe yaşıyorsun Ve
Yaşama tutundukça ölüyorsun...

Şimdi sen söyle;
Yaşıyor musun, ölüyor musun?

06 Nisan 2007

Sen Sen Ol..

Hayat devrimcidir.
Önce ölmektir çünkü yaşamak
Ve tersyüz etmeden kendini
Mümkün değildir tanımak

Gel. Tersyüz et kendini ve başladığın yere yine gel. Binlerce yola vur kendini ve dur bir an. İster çamura bat, ister bulutlarda uç; ister savrul rüzgarda karanlık diyarlara; bir nefes soluklan. Tümlen bu toz toprak içinde. Bu kör duman karmaşada bütünlen ve yine gel. Korkma özgürlükten. Eksik olduğunu sandığın şeyi tamamlamaya çabala ya da esaretini özgürlük san istersen. Öyle ya da böyle, en nihayet, geç esaretten. Özgürlükte sevgiden başka birşeyle karşılaşamayacaksın. Bakın etrafına ve ara. Ama gittiğin yerde de geldiğin yerde de sadece ona varacaksın. Bugünde ya da bir başka günde hep onunla kucaklaşacaksın.

Sevgi özgürlüğü verir ya da sevgi yoksa ancak esaret vardır.

Özgürlük sevgiye çıkarır ya da özgürlük yoksa yollar çıkmaza bağlanır.

Hakikatin yollarından, çirkeflere bulansın ya da bulanmasın; ruhunu, kalbini, gözünü açabilenler geçer. Aç gözünü, aç gönlünü ve gel öyleyse. Sevgiye açıl ve hangi yoldan istersen o yoldan gel. Öylece gel. O yolları geçtiğinde bileceksin; yolda başına ördüğün her çorap bir hediyedir sana. Bilsen de bilmesen de sen gel. Dur bir an, bir nefes soluklan ve yine gel.

Özgürleştirdiğin sen ol. Sen olmayan, senin ne kölen ne efendin. Sevdiğinde, köleyi de efendiyi de sende birledin. Sen olmayana seni kat. Sen olmayanı seninle var et. Sen olmayanı seninle yücelt. Sen olmayanı seninle özgürleştir. Ve eğer istersen; sen olmayanı sende tüket ve yine gel.

Sen sen ol, senden vazgeçme. Sen sen ol, senden başkasına kendini yar etme. Sen sen ol, sen olmayandan geç. Sen sen ol dur bir an; bir nefes soluklan ve yine gel.

Sana gel. Sende olana gel.. Senin olana gel...

GEL.

17 Ocak 2007

Derine Gel

"Derin yalnızlık, insanı yalnızlığın içinden geçirir"
... aynen derin acının, acıdan geçirmesi gibi.

Gel.

Derine gel.

06 Ocak 2007

Kendinden Başla

Artık dur ve sev;

Sev de gör.

Sev ve bil.

ve "Kendinden başla"


Kendini sevmek; sevgi olmadığını sandığın taraflarının (zihinsel kalıplarının, alışkanlıklarının, tecrübelerinin, anlayışlarının...) sevginin kendisinden başka bir şey olmadığını görmektir. Zaten saf sevgiden başka bir şey olmamak ya da bu gerçeğe açılmaktır. Senin sevgi olmadığını sandığın bölümünün, kabuğunun değerini ve saf niyetini, zihninin gözü ile değil, gönlünün gözü ile görmektir. Bunu gördüğünde, sevmek dışında bir seçeneğin kalmaz zaten. Sevmek o yüzden bir eylem değildir. Bir eylem olmadığı için bir özne ve bir nesneye ihtiyaç yoktur. Sevmek düşünerek ya da hissederek ya da sezerek bulunabilinen bir şey değildir. Sevmek bütünseldir ve bu yüzden herhangi bir parça, bütünü bulmana yardım ettiği kadar ona varmana engeldir de. Hepsiyle ve her şeyle ve ikiliği birliğe çevirerek sevebilirsin. Bunun adına kimin ne dediğinin hiçbir önemi yok. Meditasyon, aşkınlık, trans? Hiçbiri, daha azı, daha fazlası ve hepsi. Çünkü kelimeler gerçeği tarif eder ama yerini doldurmaz. O yüzden ne isim verdiğinin hiçbir önemi yok.

Herhangi bir şeyin dışına çıkmak değil, tam aksine içinde merkezinde, göbeğinde ve aynı anda da dışında ve her yerinde olmak yolunu aydınlatabilir. Benzetmeyi seviyorum, çünkü çok şey anlatıyor:

"Hem içinde yer alacaksın çemberin hem de dışında."

"İçinde, dışında, merkezinde, çeperinde ve her noktasında olacaksın kürenin."

Çünkü içinde ya da dışındayken ya da bağımsız durduğunda her şeyden, bir yanılsama düşüncesini beslemektesin sadece. Biri bölmekte, bin yapmaktasın. Sen ve ben yaratmaktasın. Asla olamayacak bir şeyi oldurttuğunu düşünmektesin. İşte bu yüzden sevgiyi çağıramazsın. Zaten sen o isen ve ondan başka hiçbir şey de yok ise kim kimi çağırıyor ki? Bunu denediğinde aslında zihinsel dünyanda sıfırsın ya da sıfır nokta bir şeysin ve bir gün, bir olduğunu; sadece ve sadece bir olduğunu bulacaksın ve muhtemelen buna çok güleceksin.

O ya da bu değildir sevgi. İlham ya da şefkat değildir. Neşe ya da haz değildir. Acı değildir, keder değildir?

"Su, buz mudur ya da buhar su mudur yoksa hepsi, hepsi midir?" Bilmek istersen sevgiyi; dur!

DUR!

Sen durduğunda herkes hareket mi ediyor? Sen yine de;

DUR!

Durmak, hiçbir şey yapmamak değildir. Durmak her ne yapıyorsan sade onu yapmak ve her ne yapmıyorsan sade onu yapmamaktır. Domates soyuyorsan domates soymaktır; fizik problemi çözüyorsan fizik problemi çözmektir. Durmak her şey kıpraşmaktayken ve sen de bu her şeye dâhilken durmaktır. Durmak olmaktır, sevgi olmak, bir olmak, o olmak, ben olmak... Zaten olmakta olana kuru ve gereksiz bir kabuk eklemeksizin, olanı yaşamak.

"Durmak, tüm kabukları öldürmektir."

"Durmak sen olduğunu düşündüğün kendini öldürmektir."

Sahtesini öldürmeden gerçeğini var edemeyeceksin. O yüzden de;

"Ölümün ılık kucağında dur."

03 Ocak 2007

Sev De Gör

Ona gitme, buna gitme, kimseye gitme. Olduğun yerde dur. Durduğun yerde bir nefes al. Kendine bir nefeslik izin ver. Kendine hiçbir şey yapmama, hiçbir şey olmama, hiçbir şey aramama, hiçbir şey istememe izni ver. Kendine kişiliksiz olma izni ver. Tatsızlığın ortasında dur ve kendine tatsızlığı tatma izni ver. Belirsizliğin ortasında dur ve hiçbir şeyin belli olmayışına izin ver. Olduğun yerde dur. Durduğun yerde bir nefes al. Kendine bir nefeslik izin ver.

Kendine bir eksen belirlemeye, öz disiplin sahibi olmaya, idealist ya da çalışkan olmaya, plana ya da programa ihtiyacın yok. Şu an bu satırları okurken sadece durmaya ihtiyacın var.

DUR!

Hiçbir yere kaçma, hiçbir yere gitme, hiçbir yere gelme.

DUR!

Durabilirsen anlarsın; her şey ve herkes önemsiz. Sen önemlisin. Sadece sen.

Durabilirsen anlarsın; herkes ve her şey önemli. Sen istersen. Sadece sen istersen...

Sadece sen seversen herhangi bir şeyin önemi olur. Sevgi yoksa önemli hiçbir şey yoktur ve yaşadığın herşey, türlü yollardan sen sevmeyi yine hatırlayabilesin diyedir.

Kendini sev. Oradan başla. Kendinden hiçbir şey istemeden kendini sev. Kendinden hiç pişmanlık duymadan kendini sev. Kendini sevginle var et önce. Biliyorum kendini hiç sevmiyor değilsin. Öyle olsa burada olmazdın. Öyle olsa sorular sormazdın. Öyle olsa yazmazdın, okumazdın. Kendinle hasbıhal etmezdin. Sordukça, yazdıkça ve okudukça kendinle kucaklaşmazdın.

Sor o zaman? Kendine kendini sor.

Yaz o zaman? Kendine kendini yaz.

Oku o zaman? Kendi kitabını aç ve oku. Kendine kendini oku.

Allaha inan ya da inanma. Bana inan ya da inanma. Kendine inan ya da inanma. Fark etmez. Sevgi yoksa inanç nedir ki? Sevgiye inan inanacaksan, sevgiye açıl açılacaksan, sevgi iste isteyeceksen. Gerisi kuru kalabalık.

Kalabalıkları bırak. Bırak onlar işini layıkıyla yapsın. Sana vursun, sana saldırsın, seni acıtsın... Canı acıyan sen, senin olan acıyı sev. Sev ki, bir canı acıyan kalmasın.

Kalabalık, zehirli bir sarmaşıktır. Zehiri tattıysan, kurtulmaya çabalasan ne olur? Sana sarılanı sev. Seni saran seni sev. Sevebilirsen seni tutsak edeni sev. Sev ki, o zehirli kollar, seni bitimsiz gökyüzüne taşısın; kanatlandırsın.

Kalabalık, sisli bir aynadır. Koyu siste gizleneni sev. Arayıp ta bulamadığını sev. Sevebilirsen senden kaçanı sev. Sev ki, aynadaki sis, kalbindeki sisi temizlesin.

Kalabalık, karanlık bir kuyudur. Sen dipteki serinliği sev. Kaldır başını, gökteki aydınlığı sev. Sevebilirsen kuyuyu ve karanlığını sev. Sev ki aslında sadece sıcak bir yuvada, sevdiğinin huzurlu kollarında olduğunu gör.

Artık dur ve sev;

Sev de gör.

Sev ve bil.