28 Eylül 2007

Nedir Sevgi?


Nedir sevgi diye sordum kendime
ve iki kelebektir dedi yüreğim
raks ederek oynaşan
ve yükselip alçalarak aynı hayalde
gönlünün arzusuna kavuşan

İki yüreğin birlikte aynı duyguyla; aynı haz, aynı coşku, aynı mutlulukla titreşmesidir sevgi. Ayrılığı ortadan kaldırmaktır. Tek bir piyanonun kırık dökük ezgisinden bir orkestranın muhteşem senfonisine akmaktır. Tek bir kanadı kırık kuş cıvıltısından tüm evrende yankılanan harikulade bir şarkıya varmaktır. Saksıda ayrık duran çiçekleri birbirine ekleyip rengârenk bir dağ manzarası, doyumsuz bir cümbüş yaratmaktır sevgi.

Bir başkasının şarkısına karışan herkes bilir onu. Bir başkasının elinden tutan herkes bilir. Birlikte mücadele edenler bilir; birlikte ağlayanlar ve birlikte gülenler… Bir zaman birlikte nefes almış; aynı kederi, aynı hüznü ya da aynı sevinci içine çekmiş olanlar bilir. Bir bebeğin gözlerinde aynı dünyanın aksini görmüş herkes bilir. Birlikte çay yudumlamış, simidini bölüşmüşler bilir.

Ötekini kendine, kendine ötekine katmaktır sevgi. Kendi yüreğinden vazgeçecek kadar vermektir ve iki yüreği birlemektir. Tek bir nabız olmaktır. Sonsuz sayıda renk olup aynı gökkuşağında kucaklaşmaktır.

Sevdim ben bu hayatı; karşıma çıkan her şeyi ve herkesi… Aynadaki yüzümün artık belirginleşen çizgilerini, her kalem tutuşunda beni şaşırtan ellerimi… Kendisi zor geçinen rahmetlik amcamın Amerika’ya giderken biriktirip bana yüz dolar verişini sevdim. Babamın inceliğini, efendiliğini… Ayva reçelinde annemin şefkatini sevdim. Hatta annemin kimi zaman gönlündekiyle dilindekini birleyemeyişini de... Kızımın “Aliş”, karımın “Koncam”, dilimin “Karıncam” deyişini sevdim. Rahmetlik babaannemin becerikliliğini, nimetin hele de köy yerinde değerini bana öğretişini sevdim. Ağabeyimin masumiyetini, cömert ruhunu; kız kardeşimin hırçın ve özgür ruhunu; Yasin’in derinliğini, kendini bütünleyişini… Halacığımın gülümseyişini…

Adlarını anmadım diye kızmasınlar bana; her dostumu ayrı sevdim. Kimiyle kazanmayı ve kaybetmeyi sevdim mesela. Kimiyle şarkı söylemeyi, kimiyle temizlik yapmayı, kimiyle gece yarısı makarna pişirip yemeyi sevdim. Ama hepsiyle zamanı durdurmayı sevdim ve hepsinde kendimi yeniden bulmayı…

Suda parıldayan ateşin, havada uçuşan külün ve aşk acısının, gönlümü yakışını sevdim.

Nedir sevgi diye sordum kendime
ve iki kelebektir dedi yüreğim.

İki mutlu, raks eden kelebek

27 Eylül 2007

Ben Yapmadım Egom Yaptı

Hayat bir yarış, bir mücadele diyenlere (ya da öyle hissedenlere) çok rastlıyorum bu aralar. Ama hayatın bir oyun olduğunu düşünenler (mesela kızım öyle...) de var. Hayatın bir okul, bir sınav olduğunu düşünenler (mesela dindar insanlar ve belki öğrenciler) var. Hayatın bir macera olduğunu düşünenler var. Hayatın bir eğlence olduğunu düşünenler var. Hayatın bir arayış olduğunu düşünenler... Hayatın sevginin bir ifadesi olduğunu düşünenler... Bir tekrar olduğunu, acımasız olduğunu ve daha bir çok şey...

İşin ilginç tarafı kim ne olduğunu düşünüyorsa kendisini onu yaşarken buluyor. Oyunu ne olarak tanımlıyorsan o oyunun içindesindir ve her ne ile özdeşleşiyorsan oyunda "o"sundur. Adını senin koyduğun ve rolünü de kendin biçtiğin oyununu yaşarsın.

“Bir şey” ile özdeşleşmek demek; ben kimim sorusuna cevaben “ben bu şeyim” ya da “bu şey benim” demektir.

İstersen hiçbir şeyle özdeşleşme; gerçeği yaşa.

Çünkü ben yoksam ya da benim olan; ego da yok. Ayrılık yoksa birlik var ve birlik varsa gerisi teferruat.

Günah, hata, yanlış, eksik, insanın yaptığı şeyle ilgili değildir. Ne yapıyorsan yap soru şudur; egonun arzularını mı tatmin etmeye çabalıyorsun yoksa doğana (ki o sevgidir) izin mi veriyorsun? İlginç olan, insan sürekli egosunun arzularını tatmin etmeye çabalarken sürekli olarak da egosu tarafından yargılanır ve yetersiz, kötü, günahkâr bulunur. Oysa egosunu yaşayan yalanı yaşar, kendisi olmayanı kovalar ve aslında kendinde değildir. Kendinde olmayanın yaptığı her şey hoş görülebilir. Bazı ilaçlarla kendinden geçmiş ve ne yaptığını bilmeyen insanlara da her şeyi yaptırabilirsiniz. İlacı sonuçlarını da bilerek kendi iradeleriyle almamışlarsa kim onları suçlayabilir. Kim bile bile çıldırmayı ve hayatın gerçeğini değil ilacın yalanını seçecek kadar hayattan vazgeçebilir? Hepimiz uykudaysak, hepimiz çıldırmışsak kim kimi suçlayabilir?

İstersen sevgi içinde yaşa; gerçeği yaşa.

Çünkü sevgi varsa ego yok; sevgi varsa yalan da yok. Sevgi varsa her şeyin özüne indin ve işin özüne vardıysan gerisi teferruat.

Ego aslında iyidir. Egoyu da sev, ayrı görme.

Çünkü o olmadan ortada oynanacak bir oyun da yoktur.
Çünkü en eğlenceli ve zorlu bulmaca egonun içindeyken dışarıyı ve dışarıya çıktığında da içerdekinin değerini keşfetmektir. Her bulmacanın bir çözümü olduğu gibi bunun da vardır.

Çünkü ego aslında hiç olmayan sorunlar yaratırJ ve her sorun da bir fırsat. Ego bir öğretmendir ve bir dost.

Çünkü ego varsa seçenek vardır. Ego yoksa her şey birdir ve her şey seçime gerek olmaksızın kendiliğindendir.

Çünkü ego varsa bir gerçek ve bir de yalan vardır ve ancak iki şeyden bir ilişki doğabilir.

Bazen kalbim diyor ki, aslında böyle bir mesaj alışverişi yok; bu satırları okuyanlarla aramızda. Hatta aslında böyle bir hayat ta yok yaşadığımı sandığım ve tabii Ali Karakuş diye biri de. Ve eğer tüm bunları varmış gibi yaşatan, var eden egom ise hakkını teslim etmem ve ona teşekkür etmem de gerekir. Bütün bunlar – az iş değil sonuçta.

26 Eylül 2007

Senindir


İhtiyaçlar Belli, Kaynaklar Sınırsız

Ekonomi bize yalan söylüyor. Hayat, kıt kaynaklar ve sınırsız ihtiyaçlar etrafında dönmüyor. Hayat, her ihtiyacımıza cevap verebilecek sınırsız bir bereket içeriyor. Eğer ekonomiye inanırsanız egonuzun siz olduğuna da inanırsınız. Delicesine biriktirmeye ve olmayan ihtiyaçlarınızın peşinde koşmaya başlarsınız. Hiç bitmeyecek ve asla kazanamayacağınız bir yarışa katılırsınız. Kendi fasit dairenizde ne kadar hesap yaparsanız yapın hiçbir yere varamadan, endişe ve telaş içinde ve hep bir şeylerden memnuniyetsiz döner durursunuz. İlerlemeye çabalarsınız, zengin olmaya ya da belki aydınlanmaya… Bunlar olduğunda, yani şu an eksik olan şey hayatınızda var olduğunda huzur bulacağınızı düşünürsünüz. İttirirsiniz, zorlarsınız, çabalarsınız ama bir çıkış bulamazsınız. Çünkü aslında tüm bu yaptıklarınızla sadece yanlış bir varsayımı doğrulamaya çalışırsınız; kaynaklar kıt, ihtiyaçlar sınırsız. Eğer ekonomiye inanırsanız egonuzun bir adım ötesinde duran engin bereketi, sınırsız güzelliği, sanatı, tabiatı, sevgiyi, şefkati görmeden geçiştirirsiniz. Hayatı görmezden gelirsiniz. Yalandan, “yaşıyormuş gibi” yaparsınız.

Egomuz bize, ben ve ötekiler, benim ve benim olmayan, üstün ve yetersiz, köle ve efendi, zengin ve fakir, iyi ve kötü, mükemmel ve yetersiz denilen ayırımlar olduğunu söylüyor. Öznel gerçeklik nesnel gerçeklik tanımları yapıyor. Benim dışımda benden ayrı bir dünya yaratıyor. O zaman da zaten içinde yüzdüğüm sınırsız mutluluğu, güzelliği, bereketi dışıma itiyor. Almama izin vermiyor. O yüzden sorun asla eksiklik, kıtlık, yetersizlik sorunu değildir. Sorun daima bin bir parçaya bölünme sorunudur; sorun "bir" olamama sorunudur.

Öyleyse zaten içinde yüzdüğüm sınırsız mutluluğu, güzelliği, bereketi nasıl olur da deneyimlerim? Nasıl olur da hayattayken gerçekten yaşarım. Hayatın şiirini, müziğini, rengini dibine kadar, özüne kadar nasıl yaşarım?

Bunu hemen şu anda ve burada yaşayabilirsiniz. Bu, kimine açık kimine kapalı bir lütuf değildir. Bu uzun zaman ve öz-disiplin içeren çalışmaların sonunda edineceğimiz bir hak değildir. Bu zaten bizimdir.


Senindir

…Sadece gevşe…

Gergin iken sana gelen hediyelere kapalısındır.

Gevşe… Hesap kitaba, endişeye ara ver. Olumlu ya da olumsuz beklentilere ara ver. Geleceğe ya da geçmişe kaçma. Gevşe ve burada dur. Şu anda.

Gevşe ve bomboş kal. Bir çocuk gibi; “ne kadar boş o kadar dolu”; ne kadar masum, sevecen o kadar açık…

Gevşe. Kendinden ve olandan hoşnut ol; gelenin değerini takdir et.

Gevşe… Seni esir alan bağımlılıklarından kurtul. Endişe, korku, hoşnutsuzluk içinde gevşeyemezsin. Bırak hepsini. Sonsuzluğa fırlat. Kabullen; her şey zaten mükemmel. Hayır, mükemmel olmayan şeyler de var diyorsan onları da kabullen. Değiştirme telaşını bırak. Almak kendiliğinden, doğal bir süreçtir. Kendini kendine bırak. Arama, ittirme, zorlama, çaba gösterme… Gevşe.

Sadece iste, çağır, geleceğini bil ve sezgilerini izle. Bir sanatçı ol; doğal akışın bir parçası ol; toprakla, suyla, doğanın canlı varlığıyla ilişki kur. Canlılığın içinde ol. Kuru bir kabuk olma; yaşayan bir can ol. Duyarlılık, derinlik, keskinlik kazan; açıl… Tüm görkemli eserler böyle yaratıldı. Tüm şaheserler böyle yazıldı. İste, çağır ve sezgilerini izle.

Sadece gevşe ve güven…

Denetleme; güven. Sen O’sun ve her şey zaten senin.

Güven… İçindeki ışıltıya güven, sevgiye güven, Tanrıya güven, kendine güven, olana güven, yeteneğine güven…

Ve al.

Senindir.

Aldığın senindir. Aldığın sensindir.

25 Eylül 2007

"Ali" Kimin Adı?

Gerekli gereksiz her şeyi, zamanla yarışarak, mücadele ederek “delicesine” ve gereğinden fazla üretmeye çabalayan bir düzen.

Bu düzende kendini paralayan ve duyduğu derin acıyı, bulduğu her şeye çekirge sürüsü gibi saldırarak, açgözlülükle, çılgınca tüketerek unutmaya çabalayan insancıklar…

Ama bir kenara yığıp istiflediklerimiz de yetmiyor; kalçada, göbekte biriktirip şişirdiklerimiz de. Kirlendik bir kere.

Sahip olmak istedikçe; sahip olduğumuzu sandığımız hiçbir şeyin yetmeyeceğini göremiyoruz. Bu düzenin kör duman kargaşasında aslında bize sahip olanları çoğalttığımızı göremiyoruz. Hep sahip olduklarımızdan daha fazlasına köle olduğumuzu göremiyoruz. En acısı da, asla herhangi bir şeyin sahibi olamayacağımızı göremiyoruz.

Tüm denizler balığındır; ama balık denize sahip değildir.
Tüm gökyüzü kuşlarındır; ama kuşlar göklerin sahibi değildir.
Toprak ağacın, meyve toprağın malı değildir.
Çocuk annenin, kadın erkeğin mülkü değildir.

Aldığım nefes, içtiğim su, döktüğüm gözyaşı…
Bu beden; ellerim, ayaklarım, gözlerim…
Zaferlerim, düşüşlerim, hüzünlerim…
Ne tarihim, ne de geleceğim…

Hatta kimlikteki adım;

“Ali”

O bile benim değildir.

04 Eylül 2007

Düşman Gibi Bir Deniz, Deniz Gibi Bir Düşman


Efendiyi efendi yapan “gücüne”; köleyi köle yapan ise “güçsüzlüğüne” odaklanmış ve nihayet inanmış olmasıdır.

Gücüne inanan, hiçbir şey yapmamak da dahil olmak üzere, onunla dilediğini yapabilir. Güçsüzlüğüne inanan ise ya korkuyla ya alçakgönüllülükle boyun eğer. Ancak insanın başına ne gelirse, doğru bildiğini gerçeğin yerine koymasından gelir ve kölenin bildiği de efendinin bildiği de gerçeklerden epey uzakta olabilir.

İnsanlar hür ve eşit doğar. Sonra da üstünlük/aşağılık fikrine inanmayı öğrenir. Köle köleliğini; efendi efendiliğini öğrenir ve böylece uyku başlar. Kölenin uykusu aşağılık, efendinin uykusu üstünlük uykusudur.

Kölelik kendinden sınırsızca vermeyi gerektirir; özveri ister ve uykuda özveride bulunsan da koymaz adama. Uyanıkken köle kal kalabiliyorsan. Hem uyanık hem köle olamaz hiç kimse.

Efendilik başkalarından sınırsızca almayı gerektirir; bencillik ve hırs ister ve uykuda bencillik de kolaydır hırs da. Uyanıkken bencil kal kalabiliyorsan. Hem uyanık hem efendi olamaz hiç kimse.

Efendinin üstünlüğünü yenilgiye uğratmak kolaydır. Çünkü üstünlük gelip geçici ve sanaldır. Bugün vardır yarın yoktur. Hem efendi kendisi dışında çok şeyi hesap etmek zorundadır. Yükü ağırdır. Biriktirdiklerine tutsaktır. Kölenin öğrenilmiş aşağılığını yok etmek ise zordur. Çünkü en tatlı uyku budur. Köle uykusunu, efendisinin sevdiğinden daha çok sever. Çünkü tek kişilik bile yaşamıyordur. Hesaba gerek yoktur, yarının yükü yoktur. Köle, köleliğinden; bildiğini sandıklarından; aşağılığından vazgeçmek istemez. Kölenin uyanışı, ölümdür ona ve ölümün korkusu, ölümün kendisinden acıdır. Gözlerini kırpmadan ölümden geçebilen asla köle olmamıştır bu hayatta.

Köle aşağılık ve yetersizlik uykusundan uyandığı an hiçbir şeydir ve aynı zamanda her şeydir. Ama isterse bu kez de üstünlük ve güç uykusuna yatabilir ve artık efendilik oyunu oynayabilir. Efendi üstünlük ve güç uykusundan uyandığı an hiçbir şeydir ve aynı zamanda her şeydir. Ama isterse bu kez de aşağılık ve yetersizlik uykusuna yatabilir ve artık kölelik oyununa dahildir. Oysa gerçekte insan ne efendi ne köledir. Bu yüzden mesele bir çaba ve mücadele meselesi olmaktan çok gözünü, zihnini, gönlünü açma ve her türlü uykudan temelli uyanma meselesidir.

Zamanında Tarık Bin Ziyad, Endülüs’ü fethetmek için İspanya’ya gemilerle çıkarma yaptığında askerleri karaya ayak basar basmaz, tüm gemileri yaktırmış ve askerlerine şunları söylemiştir; “Ey mücahitler, arkanızda düşman gibi bir deniz, önünüzde deniz gibi bir düşman var, nereye kaçacaksınız?".

Efendi iseniz efendiliğiniz, köle iseniz köleliğiniz sizin gemileriniz ve ikisini de yakmadan, ileri gidemeyeceksiniz.