27 Ağustos 2010

Aşk Hikayesi

Hepimiz bir aşk hikâyesiyiz; öyle olmak zorundayız. Zira gül, bülbüller ötüşmeden başında - güzelliğin ne bilir?

Kara toprağın, o ışıklı güneşe aşkının meyvesidir çiçek; o sert ve küçük tohumun kendisini açmış halidir. Tohum ise çiçeğin aşkla yanmış hediyesidir toprağa… İşte sırf bu yüzden sesim, sessizliğimin göz kırpışı ve sesim gülümsemesi gülüşümün.

Öz meyve verir yandıkça aşkla.
Herkes meyveye kanar ateşi görmez oysa.

Arı çiçeğin özünü tadar, aşkla kendinden geçer her bahar ve o özü kendinden geçirip yeniden doğurur aşkla. Aldığı ve doğurduğu arıya yeter. Ötesi, balda özünü tadanın (ya da tadamayanın) meselesidir. Kimin nasibiyse alır bu baldan. Kimin nasibinde yoksa da bir şey anlamaz; ne baldan, ne baldırandan.

Arıysan yaptığın, yapacağın baldır. Arı dediğin bal yapmayıp da ne yapacak? Aşk içindeysen; her halin, her sözün ve dahi bütün eserin aşktır. Arı değilsin artık hatta - balsın, bal. Ateşe dalan ışığa döner çünkü. Saf ışıksın artık nur... Nasıl ki annen sendeki ışığı daima aşkla görebilendir, artık annenin gözleriyle görür seni kâinat da – ışığın aşikârdır.

Kök salan uçabilir mi?
Kendinden kaçabilir mi?
Aşk ile yanmamışsa
Meyvesin saçabilir mi?

16 Ağustos 2010

Günebakan

Kağıttan kayıklarda kaçak yolcuyum.
Bırak ipini uçsun balonum.
Sözcüklerim unutulur yakındır;
İlla ki arayacaksan;
Günebakan çiçeğidir yerim yurdum.