08 Kasım 2006

Acıdan Geç

Acıdan kaçma. Bir hediyedir o. Paketi açmadan, içindekini görmeden, reddetmemen gereken bir hediye. Okumadan, nasıl hiçbir işe yaramaz diye kitabı bir kenara atabilirsin?

Acıdan kaçma; acıdan geç. Etrafında dolaşıp durma; tam kalbinden geç; merkezinden geç.

Yok sayarak; olanı yok edemezsin. Olmayan bir şeyi var sayarak oldurtamayacağın gibi. Acın varsa vardır; merhamete ihtiyacın yok. Acın büyükse büyüktür; yatıştırıcılardan medet umma. Geçiştirme. Acıyı senden uzağa fırlatarak ondan uzaklaşamazsın. Acıyı zamana yatırarak artık göremeyeceğin kadar küçük parçalara bölemezsin. Zamanda erittiğin acı, zamansız anlarında kaskatı karşına çıkıverir. Kaçtığın her defasında yeniden ve üstelik sen onu hiç beklemeden. Acı acıdır ve acıtır. Acın senindir ve seni acıtır. Öyleyse acının orta yerinde, zihninde dikkatini başka yöne kaçıracak tuzaklara aldanmadan içinde var olanı kabul et ve yaşa; sonuna kadar. Acının hakkını ver. Bu seni şu anın dışında yeni bir acı ve kaçış döngüsü yaratmaktan kurtaran şeydir. Çünkü sen kaçtıkça, o kaçtığın ama tam olarak ne olduğunu bilmediğin şey, en olmadık zamanlarda kafasını çıkarıp sana kendisini göstermek ve senin tarafından kucaklanılmak isteyecektir. (Senin yarattığın senin çocuğundur ve senin sevgini; en azından onun varlığını kabullenmeni ister.) Sen onu görüp varlığını kutsayana kadar acı peşinden gelir. İçinde acı oluştuğu an onu kucakladığında acın sadece tek seferliktir. Artık yarınını kirletmezsin. Bugünün ise geçmişte görmezden geldiğin acılarınla yeterince kirli zaten ve büyük bir temizlik işi seni bekliyor.

Acıyı yaşarken kendini; duygularını, düşüncelerini, bedenini hisset, izle, gözlemle. Bunu yaparken bir şey fark edeceksin; sen bedenin değilsin; sen duyguların değilsin; sen düşüncelerin değilsin ve sen canı, yüreği, içi acıyan değilsin; acıyı yaratan da değilsin; sen acı da değilsin. Sen sadece onunla oynayansın. Sen sadece izleyensin. Aynen bir filmi ekrandan izler gibi kendini izlersin ve aynen bir filmin sadece bir filmden ibaret olduğunu bildiğinde artık filmdeki acının seni acıtmaması gibi senin acın da dağılır. Olsa olsa gerçekte yaşanmadığını da bilsen, filmdeki acının sende çağrıştırdıkları bir parça iç burkar, hepsi bu.

Acı sana kim olmadığını göstermiştir. Acı sana özdeşleştiğin herhangi bir şey olmadığını göstermiştir. Acı sana gerçeğin olduğu yerde sadece dingin ve sınırsız bir mutluluğun hüküm sürdüğünü görme fırsatı yaratmıştır. Hangi acı? Zaten hiç olmayan ve hiç olmamış acı. Çünkü kendi filminin senaristi, yönetmeni, oyuncusu ve her şeyi olarak; sen de zihninde yazdığın senaryoyu, adına "Dünya Hayatı" dediğin toz toprak ekrana yansıtmışsındır yalnızca. Acı yoktur. İçine bakarsan göreceksin. Ya da içine gerçekten bakarsan, mutluluk dışında bir şey göremeyeceksin. İçine baktığında hala acı görüyorsan eğer, gördüğün sen, sen değilsin; o sadece kabuğun. Kabuğun; olduğunu düşündüğün ama olmadığın kişi. Kabuğun senin egon. Kendi yerinde kabuğunu gördüğün her defasında acının daima orada ve var olduğunu sanacaksın. Buna inanacaksın. Oysa acıların sana hala kendini bulamadığını hatırlatacak ve hep yanlış yerlerde aradığını. O yüzden acılarına teşekkür etmelisin. Bir fener olup seni karaya oturmaktan uzak tutacak bir hizmetkar oldukları için. Acılarına teşekkür etmelisin; yalanı gerçeğin yerine koymana izin vermedikleri için ve sahte cennetinin aslında basitçe kendi inşa ettiğin cehennemin olduğunu gösterdikleri için.

Acıdan kaçma; acıdan geç. Bir hediyedir o çünkü. Etrafında dolaşıp durma; içinden geç; tam kalbinden; merkezinden.

20 Eylül 2006

Hikaye ... (Zalim Cahil'e sevgilerle)

En sevdiğin, o en olağanüstü şarkının herhangi bir notasının şarkıdan çıkarıldığını ya da yanlış çalındığını düşün. Sen işte o notasın. Hayatın ise o en sevdiğin şarkı. En sevdiğin şarkı; dinlemek istersen seni ve başka her kim dinlemek isterse onu bekliyor. Gül, tüm güzelliği ve olağanüstü kokusuyla senin gelip onu koklamanı, görmeni bekliyor. Gül, sırf senin için böyle güzel. Sen de sırf o yüzden böylesi muhteşemsin ve bilinmelisin. Evet var olman zaten yeterince yeterli; ve evet var olman zaten yeterince büyük bir lütuf. Fakat ilişkiler aracılığıyla kendinden yeni sürgünler vermek, yeni yaşamlar yeşertmek ve o yaşamlarda yer edinmek seni daha da büyütür; güzelliğini besler. Ama bunları hiç yapmamak, hiç yaşamıyormuşçasına yaşamak da seni yok etmez. Sen yok olamazsın. Varsın ve bunun için şükretmelisin. Bunu dostça ve keyifle haykır o halde; "Şu anda, burada ve varım; şükürler olsun."

İstediklerin olur hayattan. Layık olduğun ama bir türlü erişemediklerin. Hazır olduğunu düşündüğün ama uzanamadıkların. Fırsatlar bitti dersin. Kaç kereler hayal kırıklıkları yaşarsın. Dibe vurursun; bitti sanırsın ve sonra dibin dibinin olmadığını da görürsün. Ve sonra dönüp baktığında geriye, hepsi için şükretmen gerektiğini anlarsın; tüm hayal kırıklıkların, acıların, dibe vuruşların, yalnızlıkların... hepsi için. "Seni öldürmeyen şey güçlendirir" der Nietsche ve doğrudur. Sufiler daha çok acı dilerken Tanrıdan; haklıdırlar. Ama idrak en uygun zamanı bekler ve sen de o en uygun zamana yol alıyorsun. Her ne yaşadıysan ve yaşıyorsan hepsinin seni sınırsızca seven bir dost tarafından yollandığını ve birer hediye olduğunu varsay.

Hayatı merak et; hayatı izle; hayatı okumaya çalış, kendini ara ve kendinle tanış. Ama tefekkürle, zihnindeki düşünce kalabalığını birbirine karıştırmadan. Kalabalık yorar insanı ve huzurundan eder. Tefekkür ise sessizliğin içinden, doğru düşüncenin sana akmasına izin vermekle olur. Azgın akan düşünce ırmağında sürüklenerek değil. Aslında yalnızca sessizlikten gelen hediyeler gerçektir; belki düşüncelerle kavgandan, huzursuzluktan yorgun düşüp kendini bıraktığın (izin verdiğin) anlarda gelse bile..

Kalabalıkları ayaklandıran kavgaları dindirmek; içini temizlemek; hızlı yol almak için ağırlıkları terk etmek lazım. En büyük ağırlık da geçmişindir. Onu atmanın yolu da kabullenmek ve affetmektir; hem geçmişindeki kendini ve diğerlerini hem de topyekün geçmişini. Ama zor olan bu değildir. Geçmiş sadece bir hikayedir zira. Senin tarafından yazılmış, uyduruk bir hikaye.

Senin, benim, herkesin hikayeleri vardır. Bunu çok öyle görmesek de herkesin hikayeleri de az çok birbirine benzer. Herkes yapmakta olduğu şeyi yapmaya, hissetmekte olduğu şeyi hissetmeye sebep olarak çok geçerli hikayeler anlatır. Acı ve tatlı, hikayesiz insan yoktur. İşin ilginç tarafı hikayeler gerçek değildir; olanlara, yaşananlara ilişkin bizim cahilce ve zalimce; kısıtlı ve sınırlı yorumlarımızdır sadece. Ancak hikayeye teslim olmak onu gerçek yapar. Çünkü onu olduğu andan çıkarır şimdiye taşır. Oysa hikaye yaşandığı an doldurması gereken boşluğu doldurmuştur; işi zaten bitmiştir; yaşandığı an saygıyla kabullenilir ve gereken ders alınırsa (özünü bilmek için her yaşam hikayesi bir araç, bir yardımcıdır) artık ona bağımlılık güçlenemez. Hikayeni kendine tekrarlayıp onu güçlendirmek yerine onun bir hikaye olduğunu gör...

Hikayelerin geçmişe ait değildir sadece. Hayatında neler olacağını da sen söylüyorsun. Bunu her gün yapıyorsun. Her gün sürekli yeni hikayeler yazıyorsun. Ne yaşayacağını, ne düşüneceğini hatta bunlar olurken ne hissedeceğini bile yazıyorsun. Bu hikayeleri yazarken zihninin savaşta olduğunu görmüyorsun. Oysa zihnin savaşırken maddesel hayatında da savaş ve mücadele hüküm sürecektir. Huzur senden kaçacaktır. Ta ki teslim olana ve artık her ne oluyorsa ona direnç göstermekten vazgeçene, her şeyi ve herkesi kabullenene kadar. Kendine kaybetmiyorsun dedikçe kaybetme korkunu açığa vuruyor ve onu daha da büyütüyorsun; kendine kaybetmişim dedikçe gücünün sorumluluğundan kaçıyor ve kendini güçsüz bırakıyorsun... Hesaplarla yaşamayı bekliyorsan; üzgünüm yaşayamayacaksın. Hayat sürprizlerle doludur ve kaçamazsın. Sadece senden daha büyük bir güç olduğunu bil ve önünde saygıyla eğil ama onun senden çok farklı ya da üstün olmadığını da bil. Hangi tohum ağaçtan daha az bir şeydir ki ve hangi ağaç tohumunu yok etmek ister ki?

Herkes hayatın büyüklüğü ve karmaşası karşısında kendisini aciz hissedip kolay düşüncelere kapılabilir. Hayır! Sen böyle düşünmeyeceksin. Senin yolun değil bu. Sen bu dünyada yaşayacak, bu dünyayı bir nimet olarak kabul edecek, onu sevecek, onun için şükran duyacak ama onun bir hayal, bir oyuncak olduğunu da bileceksin. Hem içinde hem dışında yer alacaksın çemberin. Senin kaderin bu. Acıdan kaçmayacaksın tam da içinden geçeceksin ve onun aslında hiç olmamış olduğunu anlayacak, ondan özgürleşeceksin.

Hikaye dediğin, en nihayet sadece bir hikayedir.

31 Ağustos 2006

Oldum mu?

Oldum mu?

Kavgalarım bitti ve merkezime vardım mı?

Huzur buldum mu?

Herkesi ve her şeyi karşılıksız ve sınırsız sevmeyi öğrenebildim mi?

Sarsılmaz bir güvenle bütünlüğüme inandım;

daha da önemlisi kendimi teslim edebildim mi?

Kendime sahip olabildim mi; nefsime; elime, dilime...?

Doğru, dosdoğru bir adam olabildim mi en önce kendime?

Ağzımdan çıkan her sözü kulağım duydu mu?

Baktığım, el attığım her şeyde incelikli, duyarlı, şefkatli olabildim mi?

Olmakta olanın farkına varabildim mi; şu anda?

Kendimin farkına varabildim mi?


Benim oyunum bitti mi?
Kendi beyazperdemde, izleyebildim mi kendimi?
Yoksa hem yazıp hem oynamaya devam mı bugün de?

Açtığım binbir kapıyı,
Kilit vurup kendi üzerime,
Kör bir kibirle!
Yeniden mi kapadım bilmeden?

Cevabını artık bildiğim sorular için
Aramaya devam mı ediyorum hala?
Yoksa cevaplarıma bir onay mı
Aslında tek istediğim?

Nedir hala bu yapışkan endişe,
paçalarıma bulaşmış;
Nedir bu bazı kapımı çalan
başıboş arayış?

Hala izlerken
İçine de daldığım oluyor mu
pespayeliklerinin
Şu aptal kutusunun?

Yanlış yorumlanmış
Bir gerçek hikayesi daha mı
Bulduğumu bildiğim gerçek?

Hayır!

Hiçbirşey bilmediğimi bilecek kadar
Biliyorum bilmediğimi
Ve her şeyi bildiğimi bilecek kadar da
Biliyorum bildiğimi


Evet!

Ben; o efsanevi, ışıklar saçan, harikulade şehri, vazgeçmeksizin aramış kaşifim. Aradıkça anlamış bulundum ki, o her gün kendisinden yeni güzellikler yaratan, keşfedilesi, görülesi şehir de zaten benim.

Bulduğum da aradığım da her an değişiyor. İşte tam da bu yüzden; sonsuz bir arayış, sonsuz bir oluş, sonsuz bir bekleniş ve sonsuz bir kaybediş benimkisi. Ya da tam da bu yüzden belki; sonsuz bir boşluk ve sonsuz bir sessizlik hepsi.


Diyeceğim o ki;
Hasretim sınırsız;
vuslatım bitimsiz.

Doğumum, ölümüm;
Kopuşum, varışım bir.

Bilirim ki aslında
arayış da beyhudedir.

Eğrisi doğrusu; gerçeği yalanı;
olanı olmayanı bir.

Çünkü hasretim de vuslatım da
bendedir.


...................

Artık yetmez mi şu kadar ki;
Ben benim.

14 Ağustos 2006

Gerçek

Ne bir gelecek vardır beklenecek
Ne bir geçmiş, anmaya değecek
Benzersiz güzellikte, sınırsız enginlikte
Ve bugündedir gerçek.

Mutlu musun?

Mutluluk ya bir seçimdir ya da bir alışkanlık.

İnsan ancak daha fazla mutluluğu seçerek daha mutlu olabilir.

İnsan ancak mutluluk seçimini yeterince tekrarlayarak artık bu seçimi yapmasına gerek kalmadan da mutlu yaşayabilir. Ya da insan, mutlu olma alışkanlığını edindiği yollardan mutluluğunu terk de edebilir. Başka türlü söylemek gerekirse aynen mutluluk gibi mutsuzluk da; ya bir seçimdir ya da bir alışkanlık.

Ancak seçilen mutluluk ile alışılan mutluluk aynı mutluluk değildir.

Alışkanlıkla mutluluk hisseden insan, bir programı yaşamaktadır; bir mutluluk çemberi yaratmıştır kendisine ve bu çemberi otomatik olarak çevirmektedir. Buna belli düşünce kodlarıyla yaratılmış mutluluk ya da neden mutlu olduğunu kendine açıkladığın bir mutluluk da diyebilirsiniz. Oysa açıklama ya da mutluluk düşüncesi, mutluluğun kendisi değildir. Dolayısıyla otomatik olarak mutlu insan, otomatik olarak uykuda insandır. Aynen otomatik olarak mutsuz insan gibi o da düşüncelerinin karanlığında kördür. Tek fark; onun gülümsemesi gerekmektedir.

Seçilen mutluluk aslında seçilen bir mutluluk sayılmaz. Seçilen mutluluk; durmak, düşüncelerin kalabalığından sıyrılmak, olup biteni olup bittiği gibi algılamak; hayatın, akışın zaten mevcut olan mükemmelliğini ve bu mükemmelliğin bir parçası olduğunu hissetmenin doğal uzantısıdır. Seçilen mutluluk; kendisi mutluluktan ibaret yaşama teslim olmaktır basitçe. Aslında mutluluk dışında bir seçenek kalmaması durumudur. Yine de bu mutluluğu, seçilen mutluluk diye adlandırmamın sebebi (bazen kendiliğinden bir lütufla ya da mücadeleden yorulup teslimiyetle gelse de) başlangıcının çoğu zaman bir seçimle olmasıdır.

Seçim basitçe "durmak" seçimidir.

Buna mutluluğu aramayı bırakmak da diyebilirsiniz?! Gözlerinizi uzaklardan yakınlara çevirmek ya da - önünüze, şu ana, şu an aramanızı gerektirmeyecek kadar yakınınızda ve sizin olana. Zaten tüm mutluluk arayışları ve denemeleri mutsuzluk yaratır. Çünkü mutluluğu geleceğe öteler. Oysa şu an mutlusundur ya da şu an mutsuzsundur. Bunun dışında bir yerlerde ve zamanda mutluluk yoktur. Mutluluk denemesine girişmek ileride olmasını umduğun bir şey için (ve ileride diye bir zaman yoktur) şu an var olandan feragat etmektir. (ve şu an var olan dışında mutluluğu bulabileceğin bir an yoktur.)

Mutsuzluk, acı, keder, gam, elem? her ne varsa kaçmak istediğimiz; hepsi zaten uydurulmuştur. Hiçbiri var değildir. Onlara varlık veren, duramayan bizleriz. Endişeler yaratan düşünceler; amaçlar, beklentiler yaratan düşünceler; hatta hayaller yaratan düşünceler? hepsi ? hepsi birer örtüdür. Saf mutluluk seçeneğinin üzerini örtmeye yararlar hepsi. Örterler de.

Mutsuzsan hiçbir şeyin farkında değilsin; kayıpsın. Üstelik kaybettiğin şeyin de üstünde oturmaktasın. İşin daha kötüsü mutluysan da belki kayıpsın ve bulunma şansın daha zor.

En iyisi dur ve hiç olmamış olan örtüyü kaldırma. Hatta aklına bile getirme?

Daha anlaşılır bir açıklama istersen diyeceğim o ki; "Şu an bu satırları yazarken ben mutluyum." Ama şu an mutluyum diye düşünmek ve kendime mutlu muyum diye sormak (aslında "şu an bu satırları yazarken ben mutluyum" diye yazmak da) beni var olan mutluluğun dışına çıkartır. Çünkü önünde duranı aramak, önce onu görüş açının dışına itelemekle başlar. Benim bu satırları yazdığım ve senin bu satırları okuduğun an aynı andır. Mutlu musun diye sormalı mıyım? İyisi mi boş ver, hiç sormadım say ve "yaşa gitsin!".

Elindeki anın hakkını ver ve yaşa gitsin!

13 Haziran 2006

Alemde Bir Kayıp



Kendime yabancıyım
Ve sana da

Ve sen bana
Hem yabancı


Hem uzak


Kendimle ilişkimden, aynaya her bakışımda farklı bir ben görüp görmediğimden söz edeceksem eğer; hatta artık aynaya baktığımda, bir evvel baktığımda gördüğüm resmin/cismin biraz daha silik ve değerini yitirmiş karbon kopyasını görüp görmediğinden; kendime yabancı olduğumu kabul etmem gerek. Kendime yakından bakmakla, yıllardır elimin altında duran ve milyonlarca kez bakmış olduğum resme göz değdirmem arasındaki farktan bahsedeceksem eğer; alemde kaybolmuş bir zerre olduğumu itiraf etmem gerek.

Kendisine yüzeysel bakarken başka kime derinden bakabilir ki insan. Hepinizden özür diliyorum ey dostlarım, sevdiklerim, tanıdıklarım; size gerçekten bakamadım. Iskaladım hepinizi. Yanıbaşımdaydınız ama sonsuz kadar uzak durdum size. İnsan kendinde, kendisiyle var edemediği hangi ilişkiyi başkasıyla gerçekten yaşayabilir? Sanırım ben sizinle hiç gerçekten yaşamadım ve sizi de bende hiç yaşatmadım. Ve sanırım siz de benimle gerçekten yaşamadınız hiç ve beni de sizde yaşatmadınız.

Neden bu uzaklık diye sordum kendime ve cevap pek mutlu etmedi beni. Sanırım parçalanmış olduğumuzdan. Kendi içimizde bütün olmayı başaramamış olduğumuzdan. Kendi içimizde bile bir "sen ve ben" ya da "ben ve öteki" var iken dışımızdaki hiçkimseyi içimize alma şansımız olmadığından. Kendimizi herşeyimizle kabul etmeyi, sevmeyi, bütünlemeyi öğrenmeden herşeyi bölmeye devam etmekten kaçınamayacağımızdan.

Cam düşer de kırılmaz ya bazen ama parça parça çatlar ve her parça ayrı bir şey gösterir. Biz aynen böyle bölünmüşken hiçbir şeyi tam göremiyor ve bütün olan alemi parça parça algılıyoruz sanırım... Algıladığımız şeyin dışında bir gerçek olamayacağı düşüncesine kibire bulanmış bir şekilde bağlanarak üstelik...

Yanlış yere bakan doğrusunu göremez. Ama çoğu zaman da gören, gördüğünden vazgeçemez. Vazgeçerse kendisini sıfırlayacağını, yok edeceğini, öldüreceğini sanır çünkü. Seneca haklı sanırım; "bizim nasıl yaşanacağını değil nasıl ölüneceğini" öğrenmemiz gerekiyor. Bir şey öğrenmeye sonuna kadar kapalı gibiyiz oysa.

Bireysellik adına korkak mı davranıyoruz? Evet dememiz gereken şeylere evet, hayır dememiz gerekenlere hayır diyemiyor muyuz? Boşvermişiz ve endişe denizinde peşinde koşacak, uğrunda savaşacak değerli hiçbir şey bulamadan darmadağınık halde gezinip duruyor muyuz öylesine?.. Korku içinde ve ölesiye...

Korkularımızdı aynı anda bize yol gösteren ve kaçırdık mı hediyeyi? Korkularımız cehaletimizi yüzümüze vuruyordu çünkü. Korkularımız acı yaratıyor ve büyütüyordu. Ve ne kadar büyükse acı, onu yok saymak o kadar imkansızlaşıyordu. Bu yüzden her birimiz ayrı ayrı birer dram potansiyeli olduğumuz kadar ayrı ayrı birer kahramanlık potansiyeli de olduk. Kendine ve hayata yabancılaşma zincirini kırmaya aday bir potansiyel ve daha da fazlası belki. Kırabildik mi zincirlerimizi; açığa çıktı mı köşesinde bekleyen kırılgan potansiyel?

Ya yalnız yaşamak; fırlatıp atmak dünyayı bir tarafa ve yalnız ölmek? Dünyaya yabancı kalmak, kendine yetmek; bir başına, kendin olarak? Bu düşünce, çekici fakat aldatıcı bir tuzak oldu belki de, kara bir gölge gibi üzerimizde... Bir kaçış oldu dünyanın yükünden. Bu fırlatıp atmak istediğim dünya benim dünyamdı çünkü ve hiç başkasının olmadı. O bana bir ayna olmaktan ne azını ne fazlasını yapabilirdi. Ayna net, hava aydınlıktı da gözlerime inen sisi aralamak akıl edemediğim şeydi belki de...

Nefretim de sevgim de benim içinde ve en önce benim oldu daima. İçimde sevgiyi büyütüp sadece ona yer verdiğim anlarda nereye baksam sevgi gördüm. Ve içimde başka her neye yer verdimse ondan başka bir şey de göremedim bugüne kadar. Yine de paramparça oluşuma aldırmadan paramparçadır dünya diyebiliyorum utanmadan ve yine de akıllanamadım sanırım hala...

Kendine yabancılaşmaktan söz ediyorum. Tanımadan ancak bir yabancıdır o.

16 Mayıs 2006

Özgürlük İsteyen


Uçma

Uçak mısın sen;
Ya da uçuk?
Uçma!
Sorarım?!

Özgürlük isteyen gerçeğe açılmalı ve gerçeği arayan uçmalı. Kalbindeki korkuya rağmen, bağlarına, ağırlıklarına rağmen, akıl karıştırıcı heveslerine rağmen uçmalı. En büyük korkusu gerçeği yaşayamamak olmalı. En kuvvetli bağları gerçekle arasındakiler olmalı. En yakıcı arzusu ve kalbinin hevesi gerçeği keşfetmek, bilmek ve tutsaklığına son vermek olmalı. Çünkü ancak gerçeği yaşayan özgürdür ve gerçeği arayan gerçeği yaşamaya en yakın olandır.

Özgürlük isteyen gerçeğe açılmalı ve gerçeği arayan koşmalı. Henüz yürümeyi bile bilmese de koşmalı. Öğrenmeye çalışan bilene eştir. Ayakları tutmasa da, nefesi yetmese de koşmalı. Tüm bedeniyle, tüm ruhuyla koşan sade ayakları üzerinde koşandan geride değildir ve her şeyiyle koşan özgürdür.

Özgürlük isteyen gerçeğe açılmalı ve gerçeği arayan sevmeli. Sevmeli ki onu gerçeğe taşıyacak her şey cana bürünsün, hareket kazansın. Sevmeli ki gerçekle arasındaki tüm acılar ve engeller birer kaldıraca, desteğe, yardımcıya dönüşsün. Çünkü her şeyiyle seven tüm acılardan özgürdür.

Özgürlük isteyen gerçeğe açılmalı ve gerçeği arayan bir karar vermeli. Bir gün gerçekten kucaklayabilmek için bugün, sahte nelerden vazgeçebilirim? Bugün bir karar vermeli ki yarın, tüm kararlarında tek seçenek gerçek olsun. Çünkü seçimlerine sahip çıkan her seçim anında özgürdür ve seçim yapmadan geçen bir anımız dahi yoktur.

Özgürlük isteyen gerçeğe açılmalı ve gerçeği arayan temize çıkmalı. Yalanlarını keşfedip şefkatle gerçeğin örtüsüne sarmalı. Çünkü yalanlarından arınabilen özgürdür.

Özgürlük isteyen gerçeğe açılmalı ve gerçeği arayan kendine uçmalı, kendine koşmalı, kendini kucaklamalı ve her durumda kendini sevmeli. Çünkü aslında yalnızca kendini bilen özgürdür ve kendini bilen için sınırsızca sevmek kaçınılmazdır.


Yazarsam

Belki biraz temize çıkacağım.
Yalanlarımı!
Yazmak istiyorum - yazamıyorum.
Sanırım - kimse,

olmayan mutlulukları sahiplenmemeli.