08 Ocak 2019

ÖNCE AŞK

Tüm hayatımız bir tekrar – olanın yankısıyız.
Yankıdan önce ses; sesten önce nefes.

Tüm hayatımız silik bir iz – olanın gölgesiyiz.
Gölgeden önce ışık; ışıktan önce aşk.

Gözümü açtım aşktı, kapadım yine aşk.
Nefes aldım aşktı, nefes verdim, yine aşk.
Sürüldüm canandan aşktı,
Başka bir cana büründüm yine aşk.

Karanlığım aşktı, ışıdığım aşk.
Susuzluğum aşktı, kana kanaya içtiğim aşk.
Kaybolmuşluğum aşktı, bulunmuşluğum yine aşk.
Coşkunluğum aşktı, yanmışlığım aşk...

AŞK - VAR MI YOK MU?

Onun için 'var' denilemez ve O 'yok' kılınamaz.
O, isminden âlâdır. Ama her ismi, cismine işaret eder.
İlla bir isim lazımsa ona, hepsi ve hiçbiri denilebilir.

Yürek, yanmışsa onun izlerini taşır; akıl, zamanda onun izlerini sürer.
O ise hem lâ-mekândır hem de lâ-zamandır.

Duygular da düşünceler gibi ölümlüdür. O, ölümsüzlük yurdudur.
Doğrular da yanlışlar gibi zamanla eğrilir. O, tüm yanlışların doğrusudur.

O, var olmak için seni seçti
Ve sen dilersen, onda yok olmayı seçebilirsin.
O, yokluk sahasından varlık sahasına gezinir durur
Ve sen dilersen, varlık sahasından yokluk sahasına gezinebilirsin.

VEDA

Veda, bir kalbine almadır ve daima orada kalacak olanı, yoluna uğurlamadır.

Sessizce otursak; birlikte çay filan içsek; denizi ya da yıldızları seyretsek; martılar gelip geçse ve sessizliğimizi, sadece onların çığlıkları bilese; rüzgârın ve yan yana oluşumuzun kalbimizdeki esintisini hissetsek; sonra sarılsak usulca ve ayrılsak - bu güzel bir veda olmaz mıydı?

DİL

Seni sevdiğimi bilmen için illa 'seni seviyorum' demem gerekmez. Sana binbir türlü yolla sevdiğimi anlatıyorum zaten. Söz, o yollardan sadece birisi ve çoğu zaman en çabuk tüketileni...

Misal yemek masasında tuz isterken, sesimin tonunda kalbimden kalbine bir şey akıyor; duy onu. Yağmur yağıyor ve yağmura bakan gözlerim sana da az evvel aynı gözlerle baktılar; gör onu. Bir sözünle, davranışınla ya da bir beklentiyle kendini yok yere incittiğini görüyorum misal ve sana, kendine ne yaptığını gösteriyorum bazen - anlamakta zorlandığın bir dilde. Hatırla o dili... Kendine kendini anlatabileceğin tek dil o aynı zamanda - kalbin sessiz dili.

ŞEFKAT

Bazen o kendine yalanlar söyler, bazen de yalanlarımı yüzüme vurur; bazen beni kanatmak ister ve en çok da hep, kendini kanatır. Bazen zavallı, bazen ürkmüş, bazen hiddetle, türlü türlü hallerde gelir. Nasıl gelirse gelsin, bir parça hüzün de olsa gözlerimde, gülümsemeyle kucaklanır. Bazen gözlerimden birkaç damla süzülür kalbime. Her şeyin hayır olduğunu, onun yolunun böyle olduğunu, acısının da sevdasının da yaratıcısı olduğunu bilir ve yine de o hayrı çabuk görmesini - her durumda hayrı görebilmeyi dilerim.

BARIŞ

Barış; seni incitmişle barış. İçine; acısını, öfkesini, hüznünü, pişmanlığını bırakmışla barış. Seni görememişle, görmezden gelmişle, görmüş ve çiğnemişle barış. Düşmanınla barış.

Barış ki, incinmişliğine şefkat göstermeye gelsin sıra. Barış ki içine bırakılmış acıyı, öfkeyi, hüznü, pişmanlığı temizlemeye gelsin sıra. Barış ki, artık kendi üstüne basma, kendini görmezden gelme ve artık kendini yakından gör. Kendini gör ki, kendine düşmanlığa da bir son vermeye gelsin sıra...

"SENDEN DE SIKILMAZ MIYIM?"

Sevgili olursun - bir duygu, çekim, dürtü, kimya üzerine çoğu zaman ve sahip olmak istersin sevgiye, sevgiliye - sürsün istersin kimya her zaman. Oysa sevgi en çok özgürlüktür ve hayat daima süreksizliktir.

Her şeyin gelip geçici olduğu bu yerde, biri için ben geleyim, geçmeyeyim ve biri de benim için "hep" olsun istersin. Hele de bir sevgili senin için gelmişse, onu avucunda tutamamışsan ve sen ne olduğunu anlayamadan o gitmiş ise bıraktığı acıyla baş etmek ve o acıyı bir daha yaşamamak adına "değer misin, senden de sıkılmaz mıyım" gibi stratejilerle hayattan kaçmaya başlarsın. Hayatı acısıyla ve tatlısıyla derinine yaşamak ve zamanı geldiğinde yaşananın tadıyla kalıp ötesini bırakmak yerine - sığ yaşamayı ya da yaşıyor gibi görünüp risk almamayı seçersin. Sevgili olmak bu yüzden zordur.

Arkadaş olmak ise böylesi bir talepkarlık üzerine inşa edilmez çokça zaman. Arkadaş, yanında olmaktan bir sebep olmaksızın mutlu olduğun kişidir ve bir arada olmak yeterlidir. O yüzden arkadaşlık zemini, sevginin yeşermesi ve derinleşmesi için daha uygun bir zemindir. Ama nihayetinde sevgi ve özgürlük ile - egosal talepkarlık ve bir şeylere sahip olma ve onu daimi kılma arzusu arasında, her ilişkide bir oyun sahası bulunur. O saha da egonun ne menem bir şey olduğu anlaşılsın da sevgi öğrenilebilsin diyedir.

MESAFELER

Herkes kendi anlayışının sınırları içerisinde yaşar ve o sınırların ne ölçüde cehaletten uzak ve sevgi ile dolu olduğuna bağlı olarak Dünyası ya bir cennet ya da bir cehennem sayılır.

An be an yaşadığımız, kendi cennetimiz ve cehennemimizdir. Cennet, her şeyin değiştiği ve yine de bunun mutluluk yarattığı yahut var olan memnuniyet halini bozamadığı yerdir. Cehennem ise her şeyin değiştiği ve bunun salt acı yarattığı yahut hayat ne getirirse getirsin acının hep orada durduğu yerdir.

Acıları, senin acıların-benim acılarım diye ayırınca cehennemin kapısından içeri; sevinçleri senin sevinçlerin-benim sevinçlerim diye ayırınca cennetin kapısından dışarı adım atarsın.

Benim sevdiklerim ve benim sevmediklerim ayrımı orada olduğu müddetçe sevdiğini iddia eden, ancak bir egodur ve bir ego, sevgi için ancak sınırları olan bir hapishane yaratabilir. Çünkü bir ego "benim" ile başlayan bir cümle kurduğunda, (misal benim - eşim, çocuğum, arkadaşım, işim, evim, arabam...) kendisinin devamı olacak ve bu sayede daha büyük ve şişkin olmasını sağlayacak bir "maldan" söz ediyor demektir. bir ego "benim" ile başlayan bir cümle kurduğunda,"benim olmaması ya da benim istediğim şekilde olmaması ihtimali için korkuyor ve bu ihtimaller geçekleşmesin diye süregiden bir gerilim taşıyorum" diyordur. İşte bu yüzden ego demek, bitimsiz bir mücadele ve savaş hali içinde olmak - Türkçesi bir cehennem içinde olmak demektir.

Bir ego, hayata ve Tanrıya karşı daima itiraz halindedir. Misal "zalimleri, başkaları için acı yaratanları da mı sevelim der?" ve bir ego daima her sorusuna bir cevap ister. Sessizlikte bulunabilen cevaplar, onun için asla cevap değildir.


...


Zalime içinde yaşadığı cehennem için şefkat duyamıyorsan sana sunduğu büyüme fırsatını görmeye henüz çok uzak olduğun içindir. Zalime içinde yaşadığı cehennem için şefkat duyamıyorsan kendi cehennemini onun yarattığı zannından ötürüdür. Elbette zulümle savaş ve fakat bu savaş, bölen değil bütünleyen, kucaklayan bir savaş olsun. Aksi taktirde bir zalime dönüşecek ve bir zalim olduğunu asla göremeyeceksin.

Herkesi ve koşulsuzca sevmek, kendini her durumda ve her koşulda sevemedikçe boş bir iddiadır. Kendini her durumda ve koşulsuzca sevmek demek, artık kendim diyebileceğim bir sınır yok demektir. Diğer bir ifadeyle bir ego, kendisi bir koşullanmışlık ve sınırlama olduğu için asla gerçekten sevemez. O halde "hiçkimse" kendini her durumda ve koşulda sevemez.

Seven orada olduğu müddetçe sevilenle arada hala ayrılık ve çok büyük mesafeler var demektir. O mesafeye cehennem denir. Cennet ya aynı anda hem seven hem de sevilen olmaktır ya da sadece sınırsız ve tanımsız sevginin ta kendisi - OLMAKTIR.

KİMDİR ÖTEKİ?

İnsan her kiminle konuştuğunu düşünürse düşünsün ve varsaysın aslında daima ve sadece kendisiyle konuşur. “Ben ve ötekiler fikri" temelde bir yanılsamadır.

Peki kimdir öteki?

Annem, babam, eşim, çocuğum, arkadaşlarım, öğretmenlerim, hiç tanımadıklarım ve hatta düşmanlarım mı?

Öteki dediğim kişi, ben onu tanımadan evvel, daha hayatımda hiç yokken neredeydi?

Daha önemli soru; öteki dediğim kişi, ola ki hayatımdan çıktı, uzaklaştı ya da öldü- şimdi nerede?

En önemli soru; "ben" dediğim şey orada olmadığında, düşünceler ve ayırım yapan zihin orada olmadığında, içimde bir kavram olarak öteki orada olmadığında, öteki nerede?

“Ben” bir şekildir, maskedir, kabuktur, surettir.
“Öteki” başka bir şekil, başka bir maske, başka bir kabuk, başka bir surettir.

“Ben” zihinsel bir tasarımdır; bir eldiven, bir elbisedir
“Öteki” başka bir zihinsel bir tasarım, başka bir eldiven başka bir elbisedir.

“Ben” ölümlü bir nesne; ağaçtan ha kopmuş ha kopacak bir yapraktır.
“Öteki” başka bir fani; ağaçtan ha kopmuş ha kopacak başka bir yapraktır.

“Ben” bölünemez ve tek olan hayatın, gölge oyunudur.
“Öteki” bölünemez ve tek olan hayatın, başka bir gölgesidir.

“Ben” bugün vardır yarın yoktur ve “ben” ha vardır ha yoktur- aynen “öteki” gibi...

“Ben” kendinde yitik bir parça ise öteki, asla yitirilemeyeni hatırlatacak olan benim eksik parçamdır. Ötekinde gördüğüm her şey geçmişim; kendimde gördüğüm her şey gerçeğimdir.

“Ben ve ötekinin” erişemeyeceği, hiç kimseye ait olmayan bir merkez var.

Her şey döner; o merkez durur. Herkes konuşur; o merkez susar. Yürek çoktur ama nabız tektir. Herkes arar, acelesi vardır; o merkezin ise kimse keyfini bozamaz.

Sen neyi seviyorsan hayat onu seviyor. Esasında o merkez sensin. “Ben ve ötekiler” mi? Onlar pervane…

Merkezinde kal; aşkta kal.

AFFETMEK

İnsan "affedeyim hadi" deyip affedemez. Kibre kapılıp başkasını affetmeye kalksa kendini affedemez. Affetmek şefkatle mümkündür ve şefkat de anlayışla...

Anlayış temelde yanlışın, kusurun, günahın; işlendiği günün koşullarında o güne ait cehaletin kaçınılmaz ve doğal uzantısı olduğunu, başka ihtimaller olsa da kaderde yazılı başka bir seçim olmadığını, olamayacağını; bugünkü kişilerin artık o günkü kişiler olmadığını ve aslında affedilecek bir şey dahi olmadığını; geçmişin bizi bugünkü anlayışımıza ve olgunluğumuza taşıdığı için bile hangi yanlışı barındırırsa barındırsın değerli ve kutsanası olduğunu görebilmekle ve eğer varsa yapılabilecek bir şey - geçmişin hasarını düzeltip hatasını telafi etmek anlamında yapmakla alakalıdır.

Affetmek; dünü, öğrettiğini cebine koyarak öldürmek ve yüzünü bugüne dönmek demektir. Dün zaten çoktan öldü.

YAZGISINDA BÜYÜKLÜK OLAN

Büyük bir aşkı tadan kişi, ancak yazgısında da büyüklük olandır. Sevgili için dökülen gözyaşları ise şifasıdır kalbin.

Birisi için üzülmeyi bıraktığında, onu sevmeyi de bırakmış olmaz insan. Aslında kendisini sevmeyi hatırlamış olur ve kendini sevmekle bir başkasını sevmek, özünde aynı şeydir.

Sevdiğin, her neredeyse - seni artık sende seviyor olacak.

Bunu gönlüne anlatmak zordur ama aslında sevdiğinin ardından yas tutmaya da gerek yoktur. Çünkü ölen sadece bedendir ve üzüldüğümüz şey, o bedenin toprağa karışacak olması değildir. Ağaç hep oradayken düşen yapraklar için üzülür müsün? Hayat hep oradayken ne diye ölüm için üzülesin?

İnsan aslında ölen kişinin artık kendisinde yaşamayacağı zannından ötürü üzülür. Oysa hatıralar silinip gitse ve hatta üstünden ömürler de geçse sevgi capcanlıdır ve kalbine aldığın güzelliği oradan artık hiç kimse çıkartamaz. Kalbinde giden kişinin sevgisi olduğu müddetçe kimse senden uzak bir yere gitmemiş demektir.

Ayrılık acısı çekmek, önünde akan bir yaşam nehri varken sen yüzünü, kafanda kurduğun hatırlardan yapılı ölü bir geçmişten; bu canlı, akışkan tazeliğe dönemiyorsun demektir... Ama yine de sorun yoktur. Çünkü yaşamın acelesi yoktur.

Esasında orada olan, sen ben değildir. O her daim yaşayan özdür ve tüm yaşamı sevgisiyle var ettiği için, kaçınılmaz olarak kendisini sende de bende de tekrar sevecek dolayısıyla yaşamı sevmeyi de muhakkak hatırlayacaktır.

CİNSELLİK

Cinsellik özünde bir enerjidir; yaşamın en temel enerjisi... Tüm çarkları döndüren, tüm arzuyu besleyen, tüm hayale yol veren - "yaşam enerjisi".

Yaşam cinsel bir olgudur. Yaşam, tüm formlarıyla ve tüm anlayışlarıyla bütünsel bir renk cümbüşü, büyük bir alışveriş, büyük bir aşktır. Birleşme ile ayrışma arasında, çoğalma ve çoğaltma arasında, dengeyi defalarca kez kaybetme ve yeniden bulma arasında, tüm gitme ve gelmeler arasında işleyen enerjidir ve var oluşun kaynağı bu cinsel enerjidir.

Bu açıdan bakıldığında aşağı ve yukarı yok; düşük ve yüksek yok. Karanlıktaki tohuma, açmış çiçekten daha az şeydir denemez. Ama var olan her şeyin bir kendini çiçek açma potansiyeli var.

Karanlığındaki tohuma duvarlarını yıktıran enerji de cinselliktir; taze filizi kendini yırta yırta büyüten ve kendisinden öteye fetihler yaptıran güç de cinselliktir, zamanı geldiğinde zarif, dişil bir alıcılıkla arıyı cezbeden güç de cinselliktir. Olmuşlukla lezzetini ve kokularını cömertçe Dünyaya saçan güç de cinselliktir.

Daha açık konuşacak olur isek cinsellik - cehaletin içinde, vahşi arzularda ya da zihinde kaybolmuşluğun (tembelliğin, durgunluğun, ataletin ve saldırganlığın, sınır tanımazlığın) içinde, salt üremenin içinde, bedensel temasın hazzı içinde, zihinsel keşif ve paylaşımın lezzeti içinde, kalbin sevgisi, coşkusu ve şefkati içinde, ikiyi bire ve ilahi olana taşıyan sezgisel aşkın içinde ve dahi aşkınlığın da içinde mevcut olan esas enerjidir.

Dediğim gibi cinsellik yükseltilmeyi bekleyen bir enerjidir. İnsanın yaşamın çarklarını kendisi ve başkaları için acı yaratarak döndürürken ("televizyon seyrederek uyuşmak, sosyal medya bağımlılığı, alışveriş yapmak, tıkınmak, kendini zehirleyen maddeler kullanmak, dedikodu yapmak, partner bulursa seks yapmak" vs.) devşirdiği cinsellik enerjisini belki biraz daha yüksek zevklere - zihinsel olarak öğrenmeye, keşfetmeye, bilime, sanata - duygusal olarak cömertlik, paylaşım ve hizmete - ruhsal olarak tefekküre, aşkınlığa yöneltmesi gerekir. Zira bu, hür irade evrenidir ve iradenin yöneltildiği alan - karşılığında devşirilen hazzın büyüklüğünün de belirleyicisidir.

Nihayetinde her haz, değişen ölçülerde bir aşkınlık deneyimidir. Her türden günübirlik başarının hazzı ile zamansızlıkta süregiden kalbi eylemin hazzı kıyaslanamaz. Salt üreme cinsel eylemi içindeki haz ile sevgiyi cinsellikle paylaşma eylemi içindeki haz kıyaslanamaz. Anlayış birliği ve yol arkadaşlığı yoluyla birbirinin zihinsel derinliklerini keşfe götüren haz ile ruhsal muhabbet yoluyla birliğin tezahürüne götüren haz da kıyaslanamaz.

BOŞLUĞA BİR KAPI ARALAMAK

İnsan, ötekini değiştirmeye çalışarak değişmekten duyduğu korkuyu ifade eder. İnsan, ötekine kızarak ve ondan yana şikâyetlenerek "ben değişmek istemiyorum; sen değiş" der.

O yüzden ötekini değiştirmek için değil bir sesin olduğunu hatırlayasın diye dök içindekileri...

Korkularına rağmen kapını tümüyle kapatma; azıcık nefes alacağın bir aralık bırak. Sevgiye, içeri girebileceği ve içeriden çıkabileceği bir imkân tanı. Dilerse öteki; sesini, çığlığını duymasın. Önce sen duy kendi sesini... Asıl haksızlık, içeride çağlamak isteyen bir kaynak varken onu susturmaktır... Üstelik sürekli olarak sesini bastırıp kendini susturamazsın. Ancak içinde büyüyen ve patlamaya hazır bir şiddet yaratmış olursun.

Daima evvela kendi sesini dinlemekle başla. Çünkü ancak kendini dinleyebilen, ötekini de dinleyebilir. Ancak kendine dönen, ötekini de onurlandırabilir. Öteki sadece bir başlangıçtır ve yolun devamı daima sendedir. Hatırla ki tüm kâinat, kendinden kendine dönmekte…

Aradığın her sorunun cevabı en önce sendedir ve hayat da senin ötekilerle oynadığın bir oyun değildir. O yüzden ancak ötekiyle uğraşmayı bıraktığında kendi sesini duyabilirsin ve kim bilir; belki sessizliğini de…

Hayatına girmiş herkesle kalben barışmadan, bir şekilde dışarıdakilerle, ötekilerle meşgul olmaya devam edeceksin. Bu yüzden de kendine bir türlü dönemiyor olacaksın. Sende bıraktığı tat için tüm ötekilere kalbinde teşekkür etmeden, kendine kalamazsın. Dışındakilerle helalleşmeden içinde barış ve huzur iklimini kuramazsın.

Bunu bir kez anlayabilirsen; hayatın ben ve ötekiler arasındaki bölünmüşlükten gelen çift yönlü çalkantısını bir kez süzebilirsen boş kalırsın. Hiç kimseyle sendeki boşluğa katlanamadığın için didişmediğin bir boşluktur bu üstelik. Kendisinden memnun, artık aranmayan bir boşlukla dolarsın. Gerçek bir teslimiyet halini alırsın ve esasen aşk budur, birlik hali budur.

REDDETTİĞİN PARÇALARI SEVMEK

İnsanın tüm yolculuğu, sevginin derinden ve doğrudan idrakine doğrudur. Dolayısıyla insan; zihninde sevemediği, dışarıda bıraktığı bir parçası kalmayıncaya dek, zihinsel sınırlamaları dolayısıyla düşe kalka yürümek zorundadır. Tüm sınırlamalar, henüz sevmeyi en derinden hatırlamamış olmaktan gelir.

Misal sahip olmayı sevmek olarak gören ve yaşayan birileri hayatında var mı ve eğer varsa sen onları yine de sevebilir misin? Tersinden bakarsak, senin sahip olmaya kalktığın hiçbir şey yok mu ve bazen bilinçsizce de olsa sahip olmak çaban yüzünden sen sevilmeyi hak etmemiş mi olursun? Bu sevgi değil diye reddettiğin her ne varsa, bunlar aslında senin hayatında sende tepki uyandıran ve sevilmediğini hissettiğin yerler, durumlar olabilir mi? Ve bu durumlarda da kendinden de ötekinden de vazgeçmeden, yapıcı ve izin veren bir duruşla kalmak, sevmenin farklı biçimleri ile (bu bazen sevgi dolu bir tokat atmak bile olabilir) sevgiyi ifade etmek mümkün olabilir mi? Seni yargılayanlar, sana kızanlar, seni değiştirmeye çalışanlar, seni kısıtlamaya çalışanlar, sana sahip olmak isteyenler kimlerdi? Ve onlarla barışmak, helalleşmek ve nihayetinde onları da sevmek mümkün değil mi? Eğer değil ise sen yargılamadan, kızmaktan, başkalarını bir biçimde değiştirmeye çalışmaktan, kısıtlamaktan ve sahip olmak fikrinden tam olarak özgürleşebildin mi? Eğer henüz özgürleşemediysen bir yandan kınadığın, bir yandan da kendinde var olan bu şeylere rağmen kendini nasıl sevebilirsin?

GÜVENMEYİ VE SEVMEYİ HATIRLA

Sana kim zarar verdi, ihanet etti, güvenini boşa çıkardı? Hangi cahil bunu yaparak kendisine de ağır bir bedel ödeyeceği, acı bir kader yarattı?

Maruz kaldığın zararın etkilerini, kendini yeniden sevmeyi ve hayata yeniden güven duymayı kendine öğreterek giderebilirsin ancak.

Bunun için sevgiyi içinde hissetmekle ve o hissi derinleştirmekle başla. Bu bir insan olmasın hatta. Kolayca sevilebilir bir şey; misal bir çiçek olsun. Eğer seviyorsan deniz ya da gökyüzü olsun; bir hayvan olsun belki.

Hisset; ona hiç göstermeden, içinde o sevgiye odaklan ve onu büyüt önce. Ardından göstermeyi dene ve farklı şekillerde göstermeyi ve hatta abartarak göstermeyi. Dilersen haykır, dilersen şarkı söyle, dans et. Dilersen bir şiir oku. Bunu bir oyuna çevir ve eğlen mümkünse. Güvendiğin, yakın bulduğun biriyle de oynayabilirsin oyununu.

Ardından yakın hissettiğin insanlarla çalış. Onlara bak önce çaktırmadan, sevgiyi hisset; sevgiyi büyüt… Yakınlaş sonra; güzel bir şey söyle; söyleyemiyorsan ya da bu fikir seni geriyorsa gülümse; ona duyduğun sevgiyi söze nasıl dökeceğini bilemediğini söyle misal ve ondan yardım iste ve yine gülümsemeyi hatırla ya da ona yaklaş ve sarılmak için izin iste. Sadece sarıl ve her defasında sarılmanın süresini birazcık uzatmayı dene. Gülümseme ve hatta kahkaha atma egzersizi yap, gevşemeyi ve bırakmayı öğren. Bunun için dans edebilirsin, ağaçlara sarılabilirsin ya da kendine… Sonra tanıdığın ama yakın olmadığın insanlara sadece gülümseyerek selam ver bir hafta. Sonra tanımadığın insanlara geç dilersen…

Tüm bunları ötekiler için değil kendin için, akışkanlığını, doğallığını, sana ait olan, aslında sen olan şeyi geri kazanmak, hatırlamak için yap.

Son olarak güven üzerine tefekküre otur. Bu uygulamada sevgi için yaptığın şeyi güven için yap. Sevmeyi hatırlamak zor geliyorsa muhtemelen güven duymayı unuttuğun içindir. Öyleyse oradan başla.

Gözlerini kapat ve yürü. Boşlukta olmak, bastığın yere güvenememek nasıl bir şeymiş bir yandan da ona yakından bak. Sonra yardım iste sevdiğin bir başkasından. Sen gözlerini kapat ve o kişi ellerinden tutup seni bildiğin bir yolda yürütsün. Bir başkasına kendini emanet etmek nasıl bir şeymiş ona bak. Emanet edebiliyor musun ona bak. Edemiyorsan da devam et, izin ver. Olmuyorsa olmayışına izin ver. Orada seni zorlayan, yoran, acıtan şeye bak. Bakabildikçe izin verebiliyor da olacaksın.

Yeterince izin verebildiğinde o kişiden seni bilmediğin bir yolda, bilmediğin bir yöne doğru yürütmesini iste. Bir daha bak içine. Hep bak. Daima gevşemeyi hatırla. Bırakmayı, izin vermeyi hatırla. Aslında hayata, bir başkasına vs. değil kendine güven duymayı hatırlıyor olacaksın. Hatırla…

Hatırla ki hayat senin hiç bilmediğin ve asla tam olarak bilemeyeceğin, büyük ve gizemli bir yolculuk. Ona güvenmeden ve onu sevmeden, bu yolculuk bir tür işkenceye dönebilir.

SARIL

Daha çok sarıl. Uzun uzun, keyifle, içtenlikle sarıl. Yetmedi; ağaçlara sarıl. Suyu içmeden önce bardağa sarıl. Birinin sana sarılmasını bekleme – sen sarıl. Hatta bulabildiğin ve sarılabildiğin herkese sarıl .

Birileri senin için bir şey yapmadığında ya da yaptığı şeyi mecburiyetten yaptığında ve hatta başına kaktığında; sana sarılmadığında ya da sarılmayı tercih etmediğinde de sarıl. Durum böyle olduğunda belli ki onların sevgiden anladığı, bildiği başka bir şey; belli ki onlara bildiğin şekilde sarılamazsın.

O zaman onlara onların reddedemeyeceği biçimde sarıl; sevgini onlarla onların dilinde sun. Misal “gözlerinle sarılmayı” öğren. Onlara bak ve içinden sarıldığını, sevginin aranızda döndüğünün hisset. Bu da harika bir sarılma şeklidir.

Hatırla ki herkes için sevginin dili bambaşka olabilir ya da belki bazıları sevgiye açıkça karşılık vermekte zorlanıyor olabilirler. Kim bilir; o ya da bu şekilde de olsa senin için ellerinden geleni yapmış olmak, zorluklara katlanmış olmak sevgilerinin su götürmezliğini anlatmak için yeterlidir. Hatta anlatmak bile gereksizdir. Ve belki onların Dünyasında sevenlerin sevgisini sorgulamak, başka her şeyden daha ayıptır.

Görmen gereken bir şey daha var: evvela kabul görmek ve onaylanmak sonra sevgi vermek yaklaşımı içindeysen bunun adı güven duymamak ve güvende olmak ihtiyacıdır. Sevginin karşılık beklenmeden ortaya koyulan eylemlerle, samimiyetle, olumlu ve yapıcı bir dille ifade edilmesini ummak, bir anlamda "değerli olmaya, iyi sözler duymaya, onaylanmaya ve kabul görmeye" bağımlılık içinde olmak demektir.

Durum senin için böyle ise içinde olup bitene yakından bak – içinde her belirdiğinde o arzuya, o beklentiye bak ve içinde güzel sözler duymak isteyen, her durumda daima kucaklanmak isteyen küçük çocuğu yumuşaklıkla sev ve kabul et. Ancak o zaman diğer çocukları da görüp kabul edebileceksin Dünyana muhtemelen.

KENDİNİ SEVMEK YA DA SEVMEMEK

Kendini sevmemek için ne çok sebep yaratmışsın.

Suçluluk duygusuna kapıldığında, kendine iyi bakmadığında, iyi beslenmediğinde ya da oburluk edip kilo aldığında, işini eksik yaptığında, yargılayıcı ya da suçlayıcı konuştuğunda, olumsuz geçmiş deneyimlere takılıp kaldığında, hareketsiz olduğunda, atalete kapıldığında, öfkeye çabuk geçtiğin anlarda, başarısızlıkta...

Bu sana bir şey söylüyor mu? Bunca yükü içinde taşırken sevgiyi duyumsayacak, yaşayacak ve paylaşacak dinginlik ne kadar mümkün?

Sen neyi ne kadar özveriyle ve tam yaparsan yap, birileri eksik bir şeyler bulur ve yaptığını beğenmez. Sen ne kadar destekleyici ve cömert olursan ol, birileri sana karşı hep yıkıcı ve hesapçıdır. Sen ne kadar önüne bakmak istersen iste birileri sana hep geçmişini hatırlatır ve geleceğe dair içine şüphe tohumları eker. Sen ne kadar yorulursan yorul birileri dinlenmeye hakkın olmadığını savunur. Sen kendine izin vermek istersin; eksik olmaya, hatalı olmaya, korkmuş, kaygılanmış ya da yetersizlik hissine gömülmüş olmaya izin vermek; bırakmak istersin ve birileri bunun için seni suçlamaya, yargılamaya hazırdır. Birilerinin sana ne söyleyeceği ve nasıl davranacağı üzerinde herhangi bir kontrolün yoktur. Birilerini değiştirmek elinde değildir. İlişkilerin doğası budur. Bununla yaşayabilir ve hala kendini sevebilir misin?

Beden yaşlanır, hastalanır, ölür – kilo alır ve kilo verir. Bunların hiçbirisi üzerinde tam kontrolün yoktur. Beden denilen şeyin doğası budur. Hayat istediğini bazen verir ve bazen de arkasından geri alır; bazen hiç vermez seni uğraştırır durur. Hayat dediğin şeyin doğası budur. Varlık ile yokluk, iyi şans ile kötü şans binbir çeşit form içinde sürekli yer değiştirir. Her şey geçicidir ve hiçbir şey senin kontrolünde değildir. Durum buysa neyle ve ne diye didişiyorsun ki? Hayat senin istediğin gibi değil diye öfkelenmek niye ki? Hayat; bedenin, eşin, çocukların, ötekiler ve hayata dahil hiçbir şey, senin istediğin gibi olmayacak. Olsa da olan, öyle kalmayacak. Hayat ve hepsi olduğu gibi olacak. Bununla yaşayabilir ve hala kendini sevebilir misin?

Hayatın değişken ve göreceli doğası sebebiyle kendini sevmek için yarattığın sebepler, kendini sevmeme sebebine dönerler. Sevginin dışlayıcı olmaması, bütünsel olması sebebiyle her kendini sevme sebebin, dışarıda bıraktığı durumlar ve zamanlar dolayısıyla kendini yargılama ve sevmeme sebepleri yaratırlar.

Misal kendini en çok başarıya ulaşınca seviyorsan senin için başarı ne ve başarısızlık ne o zaman? Çünkü başarısızlık diye kabul ettiğin şey kendini sevmeye kapattığın kocaman bir alandır. Çocuk yürümeyi öğrenirken düşmeyi başarısızlık diye adlandırmaz ve kendisini sevmeye devam eder. Kendimizi bir koşul koymadan sevsek - sebeplere gerek duymasak olmaz mı?

Misal kendini en çok sevildikçe seviyorsan sevilmek senin için neden bu kadar önemli? Sevilmek için, sevgi almak için kendinden vazgeçtiğin zamanlar da oluyor mu? Hangi durumlarda başkasının seni sevmesini kendini seviyor olmaya ve bununla mutlu olmaya tercih ediyorsun? Oraları sevgiye bağımlı olduğun yerler olabilir mi?

Velhasıl-ı kelam, sevmek halden hale geçerken her halimi ayrı sevmekle mümkün. Ne de olsa ağaç bir günde meyveye durmaz. Hem acelesi de yok zaten.

SEVGİ NEDİR?

Beklentisizlik ve kendini ya da ötekini olduğu gibi kabul etmek mi?

Beklentisiz kabul, insanı didiştiği şeyin ötesine geçirir. Sevmek için alan açılır böylece. Ama nedir sevgi? Ötede, açılan bu yeni alanda senin için ne var? Kendiliğindenlik mi? Korkusuzluk mu, içinde hiç mecburiyet hissi olmaksızın özgürlük mü? Karşılıksız ve katışıksız cömertlik mi? Bu alanda kendin olmakla barışmak mı yoksa sevgisini tam ve katışıksız alamadığın ötekiyle tümden barışmak mı? Bu tür bir cömertlik hayatında sana bahşedilmemiş olan şey ise bundan ötürü kime belki hala dargınsın ve hangi nedenle içindeki savaş hala sürüyor?

Sevginin ön şartı olarak karşılıksız cömertlikten söz ediyorsan, senin karşılıksız vermediğin ya da tam ters yönde bir enerjiyle – bir tepki olarak – sürekli karşılıksız vererek sevgini kendine ispat etmeye koşullandığın ve bu yüzden de sevginde samimi olamadığın durumlar var mı? Çünkü senin tanımın gereği senin kendini sevemediğin yerler de karşılık bekleyerek ya da mecburiyet hissi ile verdiğin yerler olmalı…

Saflık ve masumiyet mi? Gerçek ve samimi olmak mı? Kendiliğindenlik mi, birliktelik mi? Kendin olmakla ya da bir başına olmakla barışmak mı? Ötekiyle tümden barışmak mı?

Çocuğun sevgisinde saflık ve masumiyet var evet. Ama eksik bir şeyler de var mı acaba? Sevgi “güçlendirmektir” aynı zamanda. Zayıfın sevgisi ise kendisi gibi zayıf olmak zorundadır. Saflığı aramak ve özlemek; bazen güçlü olmaktan, sorumluluktan, büyümekten kaçmak anlamına gelebilir. Buraya bakman gerekiyor olabilir mi? Belki severek başkalarına güç vermek arzusu varsa içinde bu da yeterince sevilerek güç kazanamamış olmanın uzantısı olabilir mi? Kendinle ilgili nerede güçlü, büyük, olgun, sorumlu bir lider olmaktan kaçınıyor olabilirsin?

Gerçek ve samimi olmak, sessiz olmaktır; merkezinde – kendine en yakın yerde olmaktır. Merkezinde olanın çatışması, kavgası, hayatla bir meselesi olmaz. Böylece hesabı olmaz, çetelesi olmaz, beklentisi olmaz ve hatta bir amacı da olmaz. Böylesi bir alanda nedir ki sevgi – kendin olmakla mutlu olmaktan başka?

Peki senin gerçek ve samimi olamadığın, saf ve masum olamadığın durumlar hangileri? Çünkü tanımın gereği senin kendini sevemediğin yerler de kendini ve hayatı olduğundan başka bir şey olmaya zorladığın, bir strateji güderek kendine göre farklı bir sonuç umduğun ya da ters yönde ve fakat aynı kökten beslenen enerjiyle çocuklaştığın, kandırılmaya, yönetilmeye açık ve davetkar olduğun yerler olmalı…

Soruyu iyi düşün; "sevgi nedir?" ve hatırla; insan eksiğini eksik tamamını tam yaşıyor.

SEVGİ NE DEMEK; NE DEMEK DEĞİL?

Tanım bir sınır koymaktır. Bir tanım yaptığınızda artık (tanımlanan şeye dair) bir şeyler içeride ve çok şey de dışarıda olmak zorundadır.

Sevgiyi tanımlamanızı istemek, bu yüzden bir tuzaktır. Belki sadece pratik bir değer olarak dışarıda bıraktıklarınızı görmenize yardımcı olur - o kadar… Sevgi neyi dışarıda bırakır ki?

"Bu sevgi ve bu da sevgi değil" dediğinde bir insan; istemediği, ittiği, hayatında dışarıda tutmaya gayret ettiği ve bu konuda beklenti oluşturduğu şey, her ne ise onun orada ve var oluşunun getirdiği değeri de göremeyecektir.

Oysa bir şey benim için ve benim hayatımda var ise onun gayet değerli bir işlevi de vardır. Örneğin koşul koyarak paylaşanların, samimiyetsizlerin, menfaatçilerin varlığı bende neyi tetikliyor ve ne yaratıyor? Bu tür insanları da cehaletlerinden dolayı kendileri için yarattıkları acıdan ve olası acı dolu kaderden ötürü şefkatle sevemez miyim ve bu tür insanlar nasıl oluyor da bende bir acıyı ya da en hafif haliyle bir istememe halini tetikleyebiliyorlar? Beni sevmeyenleri ya da beni sevmeye zorlayanları bile sevmek mümkün olamaz mı?

Sevgi gibi kavramlara dair bir tanım yapma çabasında ikinci pratik değer; bir tanım yaparken kelimeleri dizme şeklinizi yakalamaktır. Neden sevgi denince misal evvela “hatırlanmak” ve sevgi olmayan denince misal evvela “koşul koymak”? Kelimelerin böyle bir öncelik ile dizilişinde sevgiyi tanımlayan kişi için özel bir anlam olmalı.

Üçüncü olarak tüm tanımlamalar ve açıklamalar, zihninizin nasıl çalıştığını görmenize yardımcı olacak ipuçlarıdır. Çünkü hiçbir tanım ve yorum olmasaydı zihniniz sizin efendiniz olamazdı.

Esasında herkes sevgiyi bilir ve bunun için bir tanıma ihtiyacı da yoktur. Ancak her birimizin bildiği sevgi, anlayışımız ve sorumluluk bilincimiz doğrultusunda zamanla olgunlaşır. Genellikle kendimizi sevmeyi unuttuğumuz bir noktaya kadar kendi varlığımızın uzağına, kendi içimizdeki karanlığa savruluruz ve zihnimizde bir cehennem yaratırız önce. Burası, içimizde bize ait olmayan seslere boyun eğmeyi öğrendiğimiz ve artık tüm o gürültülü mesajlar arasında kendi kalbimizin sesini duyamadığımız yerdir. Burası, insanın sürekli olarak, “kim olmadığını” kendine hatırlatması gereken yerdir. Ama her durumda bir şey daha lazımdır: şefkat.

İnsan kendisine daima gözünün bebeği gibi bakmayı becermeli, eksiğiyle de tamam olduğunu hatırlamalıdır. İnsan hayatın; eksiklikleri yargılama ve kınama için değil tamamlama ve bundan lezzet alma için olduğunu hatırlamalıdır. Başka türlü insanın kendi cehenneminden çıkması pek de mümkün değildir.

KENDİNİ NE ZAMAN SEVİYORSUN, NE ZAMAN SEVMİYORSUN ?

"Ben kendimi sevemiyorum."

Bu bir gerçekliğin ifadesi olamaz. Ancak zihinsel bir koşullanmanın sonucu, hatalı bir varsayım olabilir. Bunu dile getirmek hem “koşullandırmalarımın büyüklüğünü görüyorum ve cehennemimin farkındayım” demek olduğu için kıymetlidir hem de “her kabul, kendi gerçeğini beslediği” için zehirli...

Sen sen ol - durum, söylem buysa - kıymetli tarafından yaklaş. Koşullandırmayı gör ve bunun sadece bir koşullandırma olduğunu – asla gerçeğin kendisi olamayacağını da...

Bunu yapmanın bir yolu da oradaki “ben” vurgusunu görmektir. O kendisini sevmeyen ben var ya – işte kim olmadığını hatırla derken kastettiğim ben tam olarak odur.

"Bunu deniyorum ve çok zorlanıyorum."

Bunu deneyen ve çok zorlanan, bir türlü tam olarak başaramayan ya da başaramadığını düşünen de o aynı ben. Çünkü kendini sevmek için bir nedene ihtiyacın yok. En sevdiğin yemeği, suyu, güneşi neden sevdiğini düşün. Bir neden olması gerekiyor mu ki? Peki kendini ve kendinin bir adım ötesinde gibi duran ama aslında kendinden hiç de ayrı olmayan herhangi bir insanı sevmek için de illa bir neden olması gerekiyor mu?

Hayır. O başkalarından duyduğun sevgi sözleri de senin kendini sevmeni sağlayamazlar. Tam aksine senin kendini sevmek için dışarıda bir sebep arama ve bulma yanılgını, koşullanmışlığını derinleştirirler çokça zaman. Çünkü kendinden yana emin olan hiç kimse, dışarıdan bir sözle ya da etkiyle ne olumlu ne de olumsuz yönde kendi merkezinden milim kıpırdamaz.

Sonuçlara baktığın müddetçe kendini sevemeyecekin. Çünkü ancak yargılayan gözler, sonuçlara bakar. Hayat sonuçlarla ilgilenmez. Ancak senin içindeki hükmedici, korkutucu, yargılayıcı, “Tanrı müsveddeleri” sonuçlarla ilgilenir. Hayatın asla sonuç kaygısı yoktur. Şu anki hayatın bir sonuç değil. Çünkü sende görünen hayat, henüz bitmedi ve bir gün bedenin ölse, çürüse de bitebileceğini de sanmıyorum.

Eğer bu sözleri, kalbinde bir kez tam olarak duyabilirsen herhangi bir çalışma bile boş ve gereksiz. Tüm çalışma bir yük.

Eğer bu sözleri duyamazsan; misal - hareket etmediğinde, kendine verdiğin sözleri tutamadığında, gerçek duygularını ifade etmeyip sınırladığında, hata yaptığında, hele pişman olduğunda kendini sevmemek için de sayısız sebep bulmuş olacaksın. Ve yeniden aynı döngüde kaybolacaksın: yargı, yargı yargı ve ceza, ceza ve ceza… İşte bunun adı cehennem. Bunun adı yoldan çıkmak. Bunun adı kendine uzak olmak.

Güzel haber şu ki, ne kadar uzağa gidersen git kendine gölgenden bile yakınsın ve en nihayetinde bunu görmek dışında bir seçenek yok.

Bu şekilde gelse de cehennemin bir şekilde de gider elbet. Sabırlı ol. Çünkü hayat denilen şeyin doğası budur. Gelirler ve giderler. Görünür ve yiterler. Çok dert edilesi bir durum yok o yüzden.

SEVGİNİ NASIL İFADE EDERSİN? İNSANLAR SANA NASIL İFADE ETSİN İSTERSİN?

Sevgini her nasıl ifade ediyor olursan ol bu senin hediyelerinden biridir. Herkesin ifade etme şekli kendisine özeldir. Parmak izi gibidir ve öyle oluşu harikadır.

Hediyeni kendinde tutarsan belki hediyesini çoktan gömmüşler tarafından tepki almaktan, ayıplanmanmaktan kurtulursun. Sen yine de tepki almaktan kaçma ki kendine tepki duymayasın. Hatta tepki al ki yeni bir ihtimal doğsun ilişkinizde.

Sevgiyi dilediğince almaya hakkın var. Ama hakkın olanı alamamak da gülüp geçebileceğin bir şey oluncaya dek onun boşluğunu beklenti ve hayal kırıklığı döngüsü dolduracaktır. Bu, olumsuz zihinsel koşullanmışlık döngüsü denilen şeyin ta kendisidir. Ve bu zincirdeki parçalardan herhangi birini kırman gerekiyor. Hangisini kırabilirsen kır fark etmez – döngü zayıflar ve nihayetinde çöker.

Dilersen beklenti kurmayı bırak. Dilersen hayal kırıklığını… Dilersen ifade et yaşadığını ve hissettiğini ve beklentini. Dilersen kendini inatla geri çekmeden ilişkide tut, kaçmayı bırak. Dilersen yeni anlamlar türet kalbine, içine sinen. Dilersen ilişkilerinin bitmesi fikriyle barış. Yalnız olmayı “bilinçli olarak” sen seç zaman zaman ve yalnız olmamayı da. Dilersen sevgiyi başkasının sözlerinde ummayı bırak hatta tam tersini yap sözlerinde başkalarına sevgi sun – en samimi tarafından. Dilersen her ne olursa olsun kendini hatırla, şefkat göster. Dilersen de kendini aç, içinde olan biten ne varsa aç – arslan yürekli ol, açık yürekli ol...

Birinden birini dene. İstersen kendi listeni yap ve başka bir şeyler dene. Ama muhakkak yeni bir şey dene.

Yeni bir şey denemek, yeni bir yoldan yürümek ve hep yeni olabilmek çokça cesaret gerektirir. Çokça zaman çok zorlandığını hissedebilirsin. Ama zorlayan taraf dediğin şey, terazinin kefesinde bir kuş tüyü bile etmez. Çünkü bir gerçekliği yoktur. Yalanın tüm ağırlığı, zorlayıcılığı gerçek ortaya çıkana kadardır. Gerçekle ilgilen. Alıştığın ve inanmak için kendine her gün yeniden tekrarlamak zorunda olduğun yalanlarınla değil.

Merak etme - bir şey yapsan da şimdi yapmasan da hayat bir yere kaçmıyor. Hayat zaten asla senin elinde değildi o yüzden elinden de bir yere gidemez. Hayat sana gelmedi ki senden bir yerlere gitsin – sen hayatın ta kendisisin.

Kendi değerine olan inancın azalsa da olur artsa da - dert değil. İnanma. Değerli ya da değersiz değilsin. Varsın ve yok olamazsın. Asla kaybedemezsin. Asla.

Bu varlıkla, asla kaybedemeyeceğini hatırlayarak ne diliyorsan onu yap – o kadar.

YENİDEN AÇIK OLMAK

Kabuğuna çekilmek ve oradan dışarıya çıkmayı reddetmek, yakınlığa izin vermemektir. Henüz sana, hayata, Tanrıya yeterince güven duymuyorum demenin bir başka yoludur. İnsan bedeninin, dimağının ve yüreğinin, durmak için tasarlanmadığı çok açık. O yüzden kâinatta hiç kimse, sonu gelmeyecek bir zamana dek hem kendi kabuğunda, karanlığında yaşayıp hem de canlı kalamaz. Hayatla alışverişini kesmiş hiç kimse, içinde büyük bir hayat taşıyamaz…

İnsan hayatla birlikte akarak, büyük bir merakla, heyecanla ve almaya açık olarak Dünyaya gelir. Ama haddini, hududunu, engellerini bilmez; cahildir. Acıyla tanışır ve o acıyı bir daha yaşamamak için korkmayı öğrenir. Korktukça kendini acıdan – ve farkında bile olmadan hayattan da – geri çeker. Kendi kabuğunu örer ve içine kapanır. Sonra da kozasını yırtıp kanatlanacağı ve yeniden hayatı içine alacağı gün için karanlığını büyütür. İnsan yeniden deneyecek ve kozasını yırtacak gücü ancak sevgide bulur; en çok da kendisine ve yaşama duyduğu sevgide...

Hayat sınırsız lütuf sunar; insan açık olduğu kadarını alır. ‎ Kapılar, istenmeyen misafirleri dışarıda tutmak için kapanır; sevilenleri içeri almak için de açılır. "Benim kapım hep açık" demek, orada bir “ben” olduğu müddetçe şuursuz bir iddiadır; kapını hep kapalı tutmak ise ne büyük bir korku ve yalnızlık…

Farkındalık, hayatın sana nüfuz etmesine açık olmaktır. Ve farkındalık, aynı anda hayata da nüfuz edebilme yeteneğidir.

'Dünyana' bir bak; savaştığın, korktuğun; bir şekilde yüzleşmekten kaçtığın biri ya da bir şey varsa 'açık' olamazsın ve açık değilsen hayatı içeri alamazsın. Bir düşmanın kalmadığında incitilemezsin de. İncitilemez olduğunda artık incitilmeye de tamamen açıksındır. Açık olduğunda hayat sana erişir ve sen de hayata.

Kapalı olduğunda sen her şey eskisi gibi ve güvenli olsun istersin. Oysa hiçbir şey eskisi gibi olmaz; her şey - sen ve tüm ilişkilerin, Dünyan ya bozulur ya daha da iyileşir. Hayat oku yayından çıkalı çok oldu. Bozulma mı olur iyileşme mi bunu belirleyecek olan şey, senin cesaretin ve açıklığındır.

Belki geçmişte birileri seni incitti ve gelecekte birilerinin seni yine incitme ihtimali var... Kalbin örselendi belki ve cesaretin kırıldı bir yerlerde. Bu gayet anlaşılır…

Kim incinmedi ki?

Saflığın, duyarlılığın ve yaşama sevincin; katı ve zalim duvarlarına çarptı belki körlerin, cahillerin; başka cahillerce örselenmişlerin...

Kim hiç o cahillerle tanışmadan bugünlerine gelebildi ki?

Ama yine de olanca incinmişliği ile kendi küçük, güvenli hapishanesine saklanmış; şansını bir daha denemeyi, büyümeyi reddeden küçük bir çocuğun hazin hikâyesinden daha fazlasını yaşamak için bu hayata gelmiş olmalısın.

İncitilebilir ve açık olmak; kalbindekilerin tümünü, hem zayıflıklarını, beklentilerini, korkularını, kıskançlıklarını, öfkeni; zehrini hem de sevgini, cömertliğini, saflığını, hediyelerini açık yüreklilikle ve sükunetle paylaşmak risklidir elbette. Ama insanın büyümesinin ve üstelik de bunu en saf, masum halini geri kazanarak; güven duymayı yeniden hatırlayarak yapmasının başkaca bir yolu yoktur.

İncinebilir olmaya izin verebilmek; açıklık, dürüstlük gösterebilmek bazen acıtır. Ama bu acıyı göze almak, insanın kendi kıyılarından öteye zenginlikler taşırmasına neden olan şeydir. Çünkü bu acı; geçmiş bir zamanda, bir yerlerde takılı kalmış, sürekli olarak korumak, savunmak zorunda olduğun gerçekdışı bir hikâye kahramanının – çokça ciddiye aldığın egonun, ölümüne tuttuğun yastan başka bir şey değildir. Fazlalıklar eridikçe, şimdi bu taze ve kalbî açıklıkta, hayat olduğu haliyle gelir ve geçer; sahipsiz bir deneyimden öte bir şeye yer kalmaz.

Kalp kalbe baktığı bir kişi de yeter insana bir ömür için ve hatta açık bir kalple Dünyaya bakabiliyorsa tek başına kendisi de… Gerçek yakınlık; açıklık, masumiyet ve sevgi ile birbirine nüfuz etme izni vermenin doğal sonucudur. Belki Tanrının insandan muradı da kendisiyle bu türden bir yakınlıktır.

"BENİ BÖYLE SEV"

"Sen neden böylesin, böyle olma. Seni böyle sevmek çok zor."
"Beni böyle sev seveceksen."
"Seni böyle sevdiğimde sen de beni sevilmeyi istediğim şekilde sevecek misin?"
"Hayır."
"Öyleyse seni uzaktan sevmek, sevmelerin en güzeli."
"Yeterince yanmış olsaydın ateşimden korkmazdın."

Hepimiz olabildiğimiz kadarız ve deyim yerindeyse kendi evrenimizin Tanrılarıyız... Nasıl ki sürekli olarak Tanrı’yı müdahale etsin ve eksiğimizi tamamlasın diye hayatımıza davet ediyorsak başka varlıklarla ortak alana ve dolayısıyla o varlıklara da müdahale etmekten sakınmıyoruz.

Başkalarının hayatlarına sevgiden değil çokça zaman farkında olmadığımız bir büyüklenmeden ötürü müdahiliz.

“Ben sevgimden ötürü, bir başka varlığın – çocuğumun, sevdiğimin – sorumluluğunu alırım, alıyorum işte” diyen biri, kendisini o varlıktan zerre gram ayrı görüyor ise bu onun sorumluluğunu almak değil ona hükmetmeye girişmektir.

Kendi anlayışımızın derinliği ölçüsünde eriştiğimiz "doğru" her ne ise onu kendimiz için yaşamaktan sorumluyuz elbette. Ve sorumluluk; kişinin “kendi” duruşundan, sözünden, eyleminden; velhasıl topyekun var oluşundan yana kalben müsterih olmasıdır - şikayetçi olunası, eksik bulunası bir 'ben' kalmamasıdır.

Sorumluluk kişinin kendi kaderine müdahale gücünü kullanmasıdır. Kendi kaderime müdahale gücümü kullandığımda dolaylı olarak da olsa zaten 'herkesin' kaderine de en uygun şekilde dokunmuş olurum.

Bir başka varlık ile yollarımızın kesişme anında boşuna o ve ben bir araya gelmedik. Kaderin urganını 'birlikte' dokumak için karşılaştık. O urganı birbirimizin boynuna dolayıp karşılıklı ümüğümüzü sıkmak için değil.

ÇIRPINA ÇIRPINA

Söz gürültüdür
Şiir çırpınmak;
Sessizlik vazgeçiştir
Sükût teslim olmak.

AŞK KAÇ BEDEN?

Kilom az yahut kilom fazla, orantısız bir görüntüm var, göbeğim çıktı; kalçam büyük; oramda bu, buramda şu var; saçlarım dökülüyor; gözlerim bozuldu; bu yaşta tansiyonum, şekerim çıktı; çirkinim; burnum büyük, kulağım kepçe; dişlerim yamuk, güzelim ama yaşlanmaktan korkuyorum…


Nedir bu telaş? Bedeninizi sil baştan mı yaratacaksınız? Bu endişe, telaş ve koşuşturmaca döngüsünde elinize ne geçecek? Dünya denilen yerde, kalıcı olanın sadece doğum-değişim ve ölüm çarkı olduğunu anlamadınız mı?

Size hiç zamandan, maddenin, bedenin geçiciliğinden, ölümden bahsetmediler mi?

Bedeniniz ola ki bir gün aynen dilediğiniz gibi olduğunda artık hep mutlu olacağınızı mı zannediyorsunuz?

Her şeyin zaten kusursuz ve tam oluşunun ancak kusurluluğun ve eksikliğin bir devamı ve uzantısı olarak mümkün olabildiğini süzemediniz mi daha?

İstemediğinizde çağırdığınızı, istediğinizde ise bedelini ödemeye razı olmayan bir yarım ağızlılıkla kendinize olan inançsızlığınızı dışa vurduğunuzu göremiyor musunuz?




Beden kutsaldır, Dünya kutsaldır, yaşam kutsaldır – ve bu ancak eğer sende kutlu bir ışık varsa görülebilir olur.

O ışık; sevgidir, saygıdır, hürmettir, şefkattir, cömertliktir, mutluluktur, uyumdur, ölçüdür, aşkınlıktır, dürüstlüktür, cesarettir, aşktır. O ışık sen çağırdığın için gelmez. O ışık zaten daima oradadır ve senin gözlerindeki perde aradan kalktığında fark edilir.

Eğer meselen bedeninse, ben bedenime dair nerede sevgiden ayrı düşüyorum, nerede bedenime saygı göstermiyorum, hürmet etmiyorum, ona şefkatle, cömertlikle yaklaşmıyorum, memnuniyetsizliğimle onun ışığından çalıyorum; uyumsuz, ölçüsüz beslenerek, onu kaldırabileceğinden daha fazla harekete ya da hareketsizliğe zorlayarak ona zulmediyorum; onda neden kendimden öteye geçemiyorum diye sorup cesaretle onun cevabına açık ol; dinle. Dürüst olabilirsen süzebilirsin de; o kendiliğinde aşktır.

O yüzden bedeninle uğraşmayı bırak - bedeninle çalış. Onu dinle. Sen onu oradan oraya sürükleyeceğine bırak o sana rehberlik etsin; yol göstersin. Rahatsızlık; en günübirlik olanından en müzmin olanına kadar hastalık; neşesizlik, enerjisizlik; hepsi işlerin yolunda gitmediğine dair onun seni uyarma biçimleri.

İşler nerede yolunda gitmiyor?

Değil mi ki bir şey her şeydir; muhtemelen sana dair her yerde ve her şeyde…

Muhtemelen mesajı almıyorsun; kendi kitabını açıp okumuyorsun ve küçüğünden büyüğüne belayı hayatına sen davet ediyorsun.

Görmeyen ama görüyorum sanan göze, kıymık batıyorsa bu hayırdır.

AŞK - TUTKU

Birisi, öteki, diğeri... Hepsi yanılgıdır.

Tutku bir diğerine duyulan bir şey ise kısa zamanda eskiyecek, tadını yitirecek ve tükenecektir. Çünkü insanın alışmayacağı ve alışıp sıkılmayacağı maddi bir "şey" (bir beden, bir görüntü, bir ses vs.) yoktur. Bir diğerine tutku duymak, kendinle arandaki mesafeyi, başkasında kapatmayı ummaktır.

Kendine olan mesafeni, hiç kimse ve hiçbir "şey" ile kapatamazsın...Çünkü sen bir şey (maddi, somut bir varlık) değilsin. Sen zamanın hükmü işlemeyen, zaman içinde eskitilemeyensin..

Sen aşksın.

O yüzden her aşk tek kişiliktir. Bir başkasına aşık bile olmazsın aslında. Bu yanılgıdır. Sonuna kadar gidersen daima aşk olursun. Kays'sındır ve Leyla'dan geçer Mecnun olursun. Kendinden öteye geçene Mecnun denir. Mecnun olan, ne Leyla'sını tanır artık ne de Kays'ı.

Kendinden öteye geçirmeyen aşk, aşk değil hevestir. Tükenmesi an meselesi olan bir kuru bir heves.

Tutku mu?

Eğer tutku senin için güçlü heves, yüksek arzu ise başta kendini olmak üzere hiç kimseyi ve hiçbir şeyi "tutma" ki, aşk olsun. Zira aşk yok tutku var ise ıstırap yakın demektir.

Eğer tutku senin için aşkın coşkusunu ifade ediyorsa ne kadar bırakabiliyorsan coşku o denli yüksek olacak demektir. Çünkü aşkın ne kadar derinine inebileceğin, yükünün ne kadarını bırakabildiğine bağlıdır.

Aslında kendine dair zannı dışında insanın kendisi ile arasında bir mesafe de yoktur... Ve tüm yük de budur...

HAKİKATLİ SEVGİLİ

Sevmenin ağırlık yaratan bir tarafı yoktur; sevmek hafifliktir. Ağırlık yaratan şey, olsa olsa sevememektir... Sevilmemek ise sadece zandır. Beni sevmeyen diye gördüğüm kişi, basitçe benim kendimi sevemeyen tarafımdır.

Zanları yıkacak hakikatli bir sevgili çıkar bazen insanın karşısına. O da kalbinde her daim var olan ama sesini duymaktan kaçtığın sevgilinin suretinden başkası değildir... O suretin gözlerine iyi bak; göreceğin hep sessizliğindir.

Hakikatli bir sevgili, koynunda hem kendini bulabildiğin hem de kendini daha da çok sevebildiğin kişidir. Bu haliyle hakikatli bir sevgilinin varlığı, kaçınılmaz olarak insanı yeni olmaya ve daha da büyümeye cesaretlendirir. Hakikatli bir sevgili; sana seni verendir- sana büyüklüğünü, özgürlüğünü, kıymetini hatırlatandır.

İlişki, 'görünürde de olsa, ayrı ve temelde benzersiz ölçüde farklı' oluşumuzu kutsamak, bir dansa dönüştürmektir ve hakikatli bir sevgili, dansın coşkusunu büyütür.

O sevgiliyi özle ama onu bekleme. O sevgiliyi çağır ama onu arama. Hakikatine uyan; o sevgili sen ol. Ancak açık bir el, hediyelerini alabilir.

KALBİN DE DUVARLARI YOK YA!

Sana ait olmadan da beni sevebilirsin. Aslında belki de sadece o zaman gerçekten sevmiş olabilirsin. Çünkü ancak o zaman sevgine korku bulaşmamış, zehir karışmamış olabilir.

Sana ait olan her şey, senin sınırlarınla sınırlanır. Umarım sınırsız olmaya da açılırsın bir gün ve sınırsızlığa da yolcu edebilirsin sevdiğini. O zaman sevmenin bir taleple gelmediğini ve aslında bir lütufkarlık olduğunu görebilirsin.

Sana ait olmamı istediğinde ya da umduğunda da sevebilirim seni - sana hiç ait olmasam da. Bunu aklın hiç almasa da bazen - kalbin bilir daima. Kalbin de duvarları yok ya....

KADIN – ERKEK – ÖTESİ...

Benim ‘üç tane’ aşkım olamaz. Bu, olsa olsa sözde başarılarının çetelesini tutan egonun açgözlülüğü olur. Ama benim üç tane ilişkim olabilir. Aslında benim bir tane aşkım dahi olamaz. Çünkü orada hala bir "ben" varsa aşka yer olamaz.

Aşk, hiç yokmuşsun gibi var olmaktır. Aşk; tümüyle durulmuş, bırakmış, gevşemiş ve yine de bir şeyde her şeyi görecek kadar yoğunlaşmış zihin halidir.

İnsan aşık bile olmaz, aşk olur. Ben, olgunlaştıkça ve inceldikçe aşka erir. Ben aşka eridikçe gördüğü sayısal (adetle ayrımı yapılabilecek), niceliksel biri ya da birileri olmaktan çıkar. Bütünüyle nitelik, derinlik ön plana çıkar. O nitelik, ben'in bilebileceği tüm hazları aşar. O yüzden ben eridikçe esasen sınırlar da erir. Elbette yasaklar da ve bir zamanlar yasak olana duyulan "ben'in arzuları" da...

İnsan gerçek hazzı, esasen kendisini erkek ya da kadın bir cinse ait olarak tanımladığında baskılamış sayılır. Çünkü hazzı, cinselliğin dar anlamına ve egosal kalıplarına sıkıştırmış olur.

Cinsellik özünde kadın ve erkek bedeninin (ya da iki bedenin) temasından ortaya çıkan zihinsel bir haz değildir. Gerçekte cinsellik, zihni aşmanın ve 'bilinen' hazların ötesine geçmenin bir yolu ve sonucudur.

Gerçek cinsellik, kendi içinde bütünlenmiş olmanın, kendi içindeki eril ve dişil yanlarının birleşmiş olmasının ifadesidir. Fiziksel boyutta temelde bir kadın ve erkek bedeni arasında temas ile ifade bulan nitelikli (ben'lerden sıyrılmış) cinsellik; her boyutun hamurunda zaten var olan aşkın hediyesini, fiziksel Dünyaya indirmek demektir. Bundan gerisi; sadece arayış, çabalama, gerilme ve gevşeme girişimleri arasına sıkışmış sayısız tatmin zannı ve bitmek bilmeyen hayal kırıklığı silsilesidir...

Kadın ve erkek, bir ayrım olarak değil birbirinin tamamlayıcısı ve bütünleyicisi olarak vardırlar. Ayrımlarla gören zihin hali, ben ve ötesi diye hayatı bölen ve kendisine (ayrımlarına, görme biçimine, inançlarına) tutsak bir zihin halinden başka bir şey değildir.

Ancak yine de olgunluk yolculuğu; çoğunlukla hayatı bölen ve her meseleyi bir mücadeleye çevirerek gören zihinde kaybolmuşlukla – cehaletle başlar. Kabına sığamamakla, dışarıya yönelen performans ve sonuç odaklı bir kontrol çabası ve arayışla – eril olanla ilerler ve olanı olduğu haliyle kabul ve teslimiyetle, dışarıdakini her haliyle kendi içine alan, yumuşaklıkla onu dönüştüren ve şefkatle olandan daha büyük ve güzel bir şeyi doğurmakla – dişil olanla eşik atlar. Nihayetinde cehaletten uzak, olanı olduğu gibi gören ve sevebilen bir kıvamda, uçlar arasındaki süregiden akışın ayırdında – dengede (ne eril ne dişil / hem eril hem dişil ile) yerini bulur.

Erkek, arayışta olan yandır; yapan, oldurtan, inşa eden, yöneten, amaç güden, eril yandır. Eril yan, temelde egonun niteliklerini ifade eder. Bununla birlikte istisnaları olmakla birlikte erkek bedenindeki zihinsel varlık, (elbette bir genelleme olarak) bu eril yanı yoğunlukla bünyesinde taşıyandır. Erkek, çoğu zaman sadece eril tarafta gezinirken; oldum zannına ve ben oldurtuyorum kibrine kapılır. Erkeğin bu yaklaşımının cinsellikteki karşılığı; çokça erekte gezmek, boşalmayı geciktirmek, çok sayıda kadınla birlikte olmak ve belki onları orgazma ulaştırmakta da "başarılı” olmaktır.

Eril tarafına sıkışmamış bir erkek için sevgi performanstan, derinleşmek yayılmaktan, paylaşmak tatmin etmekten önce gelir.

Sevgide derinleşerek hayatı yakın temas içerisinde paylaşmak, dişil niteliklerdir. Bu tür bir paylaşımın bir hedefi, amacı yoktur. İşin güzel tarafı bir erkek, bu niteliklerle bir kadına temas ettiğinde, kadının onun kendi içindeki keşfine rehberlik ettiğini, deyim yerindeyse elinden tutup onu kendinin daha da derinlerine götürdüğünü görecektir. O yüzden olmuşluğunu sınamak isteyen (derinindeki karanlığa ne kadar ışık taşıyabildiğini görmek isteyen) erkek, bir kadına kendini tümüyle teslim etmeli ve bir kadını sevebildiğince sevmelidir. Bunu yapabildiği ölçüde alacağı şey, daima kendini sınırlarının ötesine taşıyacak ve güzellikle yüceltecek olan, ilahi aşk olacaktır. Erkek, erkekliğinin ötesine, içindeki kadını kutsayarak geçebilir.

Kadın kendisinden hayatlar var eder ve var ettiğine cömertlik ve şefkatle kol kanat gerer. Her türlü zorluğa karşı - direnci, içsel gücü, dayanıklılığı, sabrı - kendiliğinde ve doğallıkla bilir. Kadın ilahiliğin tohumudur; bizatihi aşktır. Kadın, hayatın hediyesi, sırların kapısıdır. Kadın, sevildikçe goncalar açan gül gibidir. Sevmeyi bilmeyene dikenden fazlasını vermez.

Kadın, doğası gereği olgunluk eşiğinin öte tarafındadır. Eğer değil ise muhtemelen eril güç tarafından bir yerlerde fazlaca zorlanmış, kolu kanadı kırılmış ya da suistimal edilmiştir ve bu yüzden (eril tarafa geçip) kendisini suistimal eden Dünya ile savaşmaktadır. Bu durumdaki kadın, en iyi ihtimalle, içindeki eril ile barışmak çabasındadır. Kadın, kendisini içinde bulduğu eril Dünyayı da kutsayarak kadınlığının ötesine geçebilir.

Nihayetinde her ilişki, insan kendi içindeki eril ve dişil olanı yaşasın, görsün, sevsin ve belki aşsın diyedir. Her ilişki, cehaletin örselediği erkeği ve kadını iyileştirmek içindir. İnsan kendi içinde uyum, denge ve iyiliği buldukça cehaleti ile kendi etrafına ördüğü sınırlar da işlevini yitirir ve ortadan kalkar. Aşk, tanımsız olanın sınırsız ifadesidir.
...

ŞEHVET, SEVGİ DEĞİLDİR


Şehvet, sevgi değildir. Sevgiyle sarılmayı şehvetle sarılmakla karıştıran kişi, ilişki kurduğunda enerji yüklenmek yerine var olan enerjisini de kaybeder.

Şehvet yoğun arzudur ve yoğun arzunun kendisi cehennemdir. Arzunun derdi almaktır; haz almak, tat almak vs.. Arzu, her şey senin iken, yokluk bilinci ile aranmaktır. Arzu, sadece büyük bir gerilim yaratır ve o gerilimin bir şekilde boşalarak sakinleşmesi gerekecektir. Aslında bu durum her arzu için geçerlidir. Para kazanma arzusu, yükselme, başarılı olma arzusu, sevilme takdir edilme arzusu vs..

Arzudan kaynaklanan gerilimin boşalması türü bir orgazm; insanı yücelten, saf, yaşamsal enerjiyi, harekete geçirmek bir yana tüketir. İnsan hayatta da böyle böyle tükeniyor aslında.

Sevgi, aşk enerjisi ise vermekle ilgilenir, paylaşmakla, mutluluk vermekle, haz vermekle. Para kazanmakla değil yaratıcı eylemlerle kendini ifade etmekle; başarılı olmakla değil olmakla; yükselmekle değil yükseltmekle; kar etmekle değil katkıda bulunmakla; sevilmekle, takdir edilmekle değil güzeli görmekle ve severek yüceltmekle...

Hayat cömerttir. O yüzden sevgi enerjisine köklenen her eylem, daima verdiğinden daha fazlasını alır.

Cinsellik insanı yorgun düşürüyorsa arkasındaki motivasyon, arzudan kaynaklanan gerilimi boşaltmak olduğu içindir. Oysa gerçek bir cinsellik insanı deyim yerindeyse enerjiyle doldurur, yaşama sevinci ve gücü yükler. Gerçek bir aşkın ifadesi olan cinsellik, bu yüzden kutsaldır.

Cinsellik yaşam enerjisidir. Bu enerji, bir kadına bir erkeğe yönelebileceği gibi hayatın içerisinde herhangi bir alana da yönelebilir. Kökü sevgiden geliyorsa hiçbir eylem için enerjiyi dert etmeyin derim. Eksildiğinden fazlası yerine konacaktır nasılsa. Belki de bu yüzden Dünyaya ilahi güzelliği, iyiliği, doğruluğu, adaleti, şefkati getiren kutsal insanların enerji sorunu hiç olmamıştır.

CAN - CANAN


İnsan her ne arıyorsa onu en sevdiğinde bulur
Can canandan ayrı değildir; ha kendinde ha cananda bulur
Bulmak kaybetmektir esasen; canan varken cana bir lüzum yoktur
İnsan sevdiğinde bulur; insan sevdiğinde bulunur

HAKİKATLİ İLİŞKİ


Ancak ilişkiyi hakikatle arana koymadığında hakikatli bir ilişkin olabilir.

İnsan doğduğu andan öteye, büyük bir yalnızlık hisseder. Çünkü Dünyaya bir kopuşla gelmiştir ve Dünyada da bir başkasının varlığına yaslanmadan hayatı hissetmeyi öğrenmesi epey zorlu olacak, çokça zaman alacaktır. Bir bebekken hepimiz fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarımızı gidermek için temelde annemize muhtacız. Bir yetişkin olmak, özünde anne babadan ve yuvadan bağımsız, bir birey olarak 'ayrılmak' demektir. İnsan ya annesinden kopmakla içine düştüğü korkunç yalnızlığı gidermek için onun yerine koyacağı figürler yaratacaktır ya da bu kopuşun korkusuyla asla tam olarak anne babasından kopamayacak ve bir yetişkin olamayacaktır.

Yetişkin olamamış ve bir başkasının varlığına yaslanmadan hayatı hissetmeyi öğrenmemiş bir insanın hayatında başkaları; eşi, dostu, ahbapları olabilir. Ancak bu ilişkiler, sadece var olmanın derinliğinden kaçmak için birer geçiştirici olmakla kalacaklardır. İnsan ancak tekbaşınalığı becerebildiğinde bir başkasına yaslanmadan hakikatli ilişkiler yaşayabilir.

İnsan ötekinde kendi izini sürmeyi bıraktığında, onu olduğu haliyle görebilir ve onunla hakikatli bir ilişki yaşayabilir. Kendini ötekine yansıtmadan görebilmek; kendini, kendinle arana bir mesafe koymadan ve kendinde görebilmek demektir. Bu da aslında en otantik halimle kendim olmaktır. Bu yüzden kendine gelemeyen, bir başkasına gerçekten gitmiş sayılmaz.

DAHA NE İSTİYORSUN?


Tam olarak olman gereken yerdesin ve bana sorarsan hiçbir yerdesin. Başka türlü söylememi istersen hiçbir yerde oluşunu henüz sevemeyensin. Sevemediğini göremeyensin.

Bir sır vereyim mi? Hiç kimse sevemediğini göremez.

Kendi içine baktığında çok da iyi bir şey görmüyorsun. Bağımlılıklar ve zayıflıklar görüyorsun. Bu ikisi arasında kendine şiddet uyguluyor, bolca eziyet ediyorsun. Esasında içinde her ne var etmeyi dilediysen bunun için sana aşkla hizmet edene kızıyorsun. Şuursuzca hayata kafa tutuyorsun.

Sen her nereye enerjini yöneltiyor ve her neyi düşünmeden edemiyor isen onu seviyor olmalısın.

Aşk, kendini yok - kesintisiz bir dikkatle odaklandığını var kılmaktan başka nedir ki?


Sence iyi olan nedir?

Oradaki sonsuz aşkı görmek ve yaşamak dururken; kendini var etmek mi istiyorsun? O halde dileğin emirdir.

Ama hatırlamalısın ki yaralanacaksın. Aşka sırtını döndüğün için çokça pişman olacaksın. Her defasında; var ettiğin kendini yenmenin ve aşka koşmanın bir yolunu arayacak ve bulamayacaksın.

Hala anlamadıysan açık konuşayım; ya sen varsın - tüm seçimlerin, tercihlerin, arzuların, meselelerin ve acılarınla ya da sadece aşk var.

Bunu da yakalayamazsan; bir de şuna bak; "sen aşksın ve tüm kainat senin emrinde. Yarattığın hayatla zaten mutlu olduğunu gör ya da mutlu olacağın hayatı yarat işte. Daha ne istiyorsun?

ARTIK GÖRSENE

Kendini sevmiyorsun.

Bazen seviyorum bazen sevemiyorum diyorsun. Kendini, seven ve sevilen olarak parçalara bölerken kendini sevdiğini iddia etmen çok saçma. Sen kendini sevemezsin. Sen sevgisin ve sevgi olmadığın zannıyla, bir şey olmaya debelenensin.

Bazenleri olmaz hakikatli olanın.

Çabalıyorsun, aranıyorsun ve öğrendiğini sanıyorsun. Mutluluğu zamanda arıyorsun. Sevgiyi zamanda arıyorsun. Bana sorarsan; hiçbir şey öğrenmiyorsun ve hiçbir şey olmuyorsun.

Zamanı olmaz hakikatli olanın.

Bir orada bir buradasın. Nereye gitsen yerini yadırgıyor, hep yuvanı özlüyorsun. Yetmiyor; inşa etmeye; yıkılmaya mahkum binalar dikmeye kalkıyorsun. Yatırım yapıyorsun, biriktiriyorsun. Hatırlamıyorsun.

Mekanı olmaz hakikatli olanın.

OLMA BIRAK

Herkesi ve her şeyi hoş, kendini boş gör. Yaşamak iddiasındaysan hiç olmazsa yokmuşsun gibi yaşa; hiçbir izin yokmuş gibi.

Sesinin bir yankısı olmasın.

Işık üzerine düşse bir gölgen bile olmasın.

Silinip yok oluncaya dek numaralar çevir istersen; öyleymiş gibi, yokmuşsun gibi yap. Hiç olmazsa dibi olmayanı doldurmaya çalışmaktan evladır bu.

Olmayı bilme, merak bile etme. Olmamayı hatırla.

Olanı yak. Bileni yak. Üzüleni, üzeni yak. Arayanı, arananı yak. Tüm kof iddialarını ateşe ver.

SUS

Ötekiler, insanlar diye birileri yok. Sana bu satırları yazan kişiyi var mı sanıyorsun? Sen kendin soruyor kendin cevaplıyorsun. Bunlar birinin sana yazdığı sözler değil. Bu tek kişilik bir evren. Var olan tek kişi sensin. Bekleyen sensin, bekleten sensin, beklenen de sensin.

Evet "her nefs ölümü tadacaktır." Ama işte, sen nefs değilsin.

Arıyor; arandığını bulamıyor ve arafta kalıyorsan çok gürültü olduğundandır. Kendin, kendine gürültü olduğundan ve kendi sesini duyamadığındandır.

O halde sessiz ol. Sus. Kendi sesini duyacağın güne kadar sus.

SEVGİ OKSİJENDİR


Müdahale etmek, olana direnmek ve yaşamla savaşmaktır. Müdahale etmemek; bir kenarda, eylemsiz kalmak demekse, eylemsizlik de yaşamı reddetmek ve tüketmektir. Eylemsizlik, kendiliğinde akacak olana müdahale etmektir.

Dirençsiz, çabasız, kendiliğinden eylem sevgidir ve sevgi asla bir müdahale değildir.

Zalim, bu hayattaki kanserli hücredir. Normal hücrelerin, yaşam alanları oksijensiz kaldığında, yaşamak için tek çareleri kalır; bölünürler ve ilkel formlarına - kanserli hücreye - dönüşürler. Sevgi oksijendir. Sevgi olmadığında herkes ve her şey, yaşamak için zalimleşir. Sevgi olmadığında, yaşayan şey, esasen ölümdür.

HER ŞEY SEVGİDEN


Her şey sevgiden;
Toprak sevgiden, ağaç sevgiden, kuş sevgiden;
Karanlıkta kalmış kök sevgiden
Hamı da, olgunu da, çürümüşü de - meyve sevgiden

Her şey sevgiden;
Ateş sevgiden, kucak sevgiden
Su sevgiden; serinlik, canlılık sevgiden
Hiddeti de şiddeti de gözyaşı da sevgiden

Her şey sevgiden;
Söz sevgiden, sınır sevgiden
Göz sevgiden, ışık sevgiden
Karanlık da çığlık da sessizlik de sevgiden

Her şey sevgiden;
Gelen sevgiden giden sevgiden
Ayrılık sevgiden savaş sevgiden barış sevgiden
Vuran da kıran da saran da hep sevgiden

SEVDİĞİNE EMANET

Birine güvenmek ve ona kalbini açmak, kalbini ona emanet etmektir.
Birine kalbini emanet etmek, onu onurlandırmaktır.
Bu onura layık olmak ise sevmek değil - sevgi olmaktır.

HAYATIN ELLERİNDEN TUTMAK

Kaderimin öyle ya da böyle olmasında bir sakınca yok. Zaten herkesin kaderinde; acısıyla tatlısıyla hepsinden bolca yok mu? Ne yalnız kalmakta, hastalıkta, ayrı düşmekte ve hatta sevdiklerimin acısında ne de zafer anlarında, haz anlarında ve o anların bitişinde esasen bir sorun yok. Oyun böyle kurulmamış mı zaten?

Hepsi içinde ama hiçbir şey cepte değil...

- geçip gitmiyor muyuz sessizce?

Misâl yalnız kalma fikrini içine sindiremeyen insan, çoğu zaman tek başına olma ihtimalini reddediyor, dışlıyor ve buna direnç gösteriyor. Bazen yalnızlığından utanıp dışarıdan güçlü görünen bir duruşun arkasına saklanmaya çabalıyor. Bir yandan da ne kadar kendisini korkutursa korkutsun yalnızlık fikrine alışarak, alışmaya çalışarak hayata güvensizliğini derinleştiriyor ve kısmetini itiyor - tek olmama ihtimalini de kenara kaldırıyor.

Oysa çoğu zaman ilişkiden yalnızlığını gidermesini umarak ilişkiye yaklaştığı için yalnız insan - her ne yaşıyorsa arkasında kendisini geleceğe kaçıran bir beklenti gizli olduğu için ve tam da bu sebeple aslında yaşadığını sandığı şeyi anı anına yaşamadığı için böyle. Yalnızlık bile anı anına yaşanamadığı için yalnız insan belki de...

Kaderinden yana kaygılanmayı ya da gelecek fikri ile mücadele etmeyi ya da zihnindeki mesele her ne ise onu - "bırakmadan" - hayatın ellerinden de tutamıyor insan.

İÇİNDEKİ YALNIZLIĞA BAK

Bir ilişki temelde iki düzlemde yaşanır. Biri içgüdü diğeri ise kalp. İçgüdü düzlemi, bazen ne kadar kalbi görünür ise görünsün temelde, farkında bile olmadığınız karşılıklı psikolojik ihtiyaçların giderilmesine, bağımlılıkların görülüp çözülmesine dayalıdır.

İlişkilerin çoğu - yaşanan tüm o yoğun duygulara rağmen - içgüdüsel olmaktan öteye geçmez. Çünkü farkındalık, paylaşım ve denge değil kaybetme korkusu ile sahip olma arzusu arasında gezinir. Kaybetmekten korktuğu şeyi, kaybeder insan; çünkü kaybetmemek için kendi orijinal, gerçek halinden uzaklaşır. Ötekini mutlu etmek çabasına girişir bazen. İlişkideki denge kaybolur ve eşine de sıkıcı, yapay ve zayıf karakterli gelmeye başlar.

Kaybetmek korkunla yüzleşip, kaybetmek fikriyle barışmadan kaybetmeye devam edeceksin. Çünkü öğrenmen gerekeni hayatın sana öğretme yolu budur.
Eğer kaybettiysen memnun ol. Bil ki hayat seni seviyor ve bil ki geçecek. Her boşluk dolar. Hayat boşluk kabul etmez. Sen içinde boş kalanı ne kadar erken görür ve tamamlarsan hayatın acı verici deneyimlerine o kadar ihtiyaç duymazsın. Kendindeki eksik kalanı görmek ve kendi içinde tamamlanmak esastır bu yüzden.
O vakit tek başınalığında sabırla, şükürle, sükunetle durabilmeyi öğren. Yoksa ya yalnız kalacak ya da ilişkiler yaşayacak ve avuçlarından kayıp gittiğini göreceksin.

Defalarca...

İçindeki yalnızlığa bak, otur kendi başına sakin bir yerde ve o "korkuya" derinlemesine bak. Seni acıtışını izle. Sanki hiç gitmeyecekmiş gibi orada duruşunu izle. Ve onunla barış. Çünkü ittiğin sana yapışır. Ömrünün tamamını yalnız da geçirecek olsan mutlulukla yaşayabilir misin? Bu sorunun cevabı evet olmadan sadece oradan oraya savruluyor olacaksın.

GİDİŞİNDEN

Gelişinden bilinmez hiç kimse
- gidişinden bilinir.
Bu yüzden geldik biz de
- giderken bilinmek yolcusuyuz.

GÜVEN

1. En güvensiz görünenlerimiz de dahil olmak üzere, kendimize düşündüğümüzden ve gereğinden çok güveniyoruz. Öyle olmasa hiç kibirli olmazdık.
2. Dış Dünyadan gelen güven, öz güvenin değil onanma ihtiyacının dışa vurumudur. O yüzden esasen güven eksikliğine işarettir.
3. Kimse bana güvenmiyorsa bu beni güvenilmez yapmaz. Ama güvenilir olup olmadığımı sorgulamaya sevk edebilmeli. Eğer etmiyorsa çok korkuyorum demektir ve korkan birinden her türlü güvenilmez davranışı bekleyebiliriz.
4. Öz güven, "kendini bilmenin", güven ise "hayatın işleyişini bilmenin." sonucunda doğallıkla gelir. Esasen ikisi aynı şeydir.
5. Güven etrafımızda olanın bize yansımasıdır ve değildir. Yansımasıdır; çünkü etrafımıza da bizden yansımıştır. Değildir; çünkü sesimizin yankısını duyamadığımız ve aynadaki gözlerimize bakamadığımız zamanlarımız olur.

KIRGIN DEĞİLİM

"Beni sevmediğin için kırgınım sana
Kendi içimde yani - sana hiç bulaşmadan."

Yirmi küsûr sene evvel yazdığım bir şiirin girişiydi. Sevdiğim gibi; aslında umduğum gibi demeliyim; sevilmediğimi biliyordum. Yine de sevmek - kendi dairemde - fazlasıyla güzeldi. Ona rahatsızlık vermemeye çabalayarak ama kim bilir bazen de yaşadığım derin ve fakat lezzetli acının mahcubiyetini onun yüreğine yükleyerek geçti epeyce zaman... Ona sarılıp dayanamayarak ağladığım bile oldu. Ve isyan edip haksız yere onu zalimlikle suçladığım zamanlar da... Halimi bilirdi; bilinmeyecek, görülmeyecek gibi değildi zira. Sevgiyle ve şefkatle ama her zaman arkadaşça, orada dururdu. Ben bir şey sormazdım; olsa olsa kendimce şiirler yazardım ve o da bir şey söylemezdi. Sessizlik; arkadaşlığı, saygıyı koruyan zarif bir sınırdı. Şimdi biliyorum ki, böylesi bir durumda onun söyleyebileceği her söz gereksiz ve kırıcı olurdu. Sınırlara saygı göstermek ve aynı anda hem sevgiyi hem de zarâfeti muhafaza etmek, olgun insan işi...

KÖR GECEDE

Karanlıktı; öptüm o kör gecede
Sarhoştu, kayıptı; ayırdına varmadı.
Adı nefesimdi; işledim her zerreye
Susuzdu, kuytuydu, boştu; hatırlamadı.
Sessizlik sese büründü; ıssız kulaklara erişti de
Gürültüsüne, kalabalığına bir türlü ulaşamadı.

YENİDEN

Yalanlara sığınır insan bazen
Yalnızlığından korktuğundan

Oysa yalancıyı
Hep yalnız bırakır yalanlar
Karanlıkta kendi duvarlarına çarpar çarpar
Çözülüverir ve dağılırlar
Gelince ölümün zamanı

Sessizliğine sığınmalı insan tam da bu yüzden
Yaza yaza geçmeli o yokuştan, o dehlizden, o eşikten
Okurken yazdıklarını kendine - hayrete düşerek
Kavuşmalı sevdiğine - umulmadık bir anda
Yeniden

KİM Kİ KENDİNDEDİR

Kim ki kendindedir; ona gelen, esasen hep kendine gelir.
Kim ki kendindedir; her kime gitse hep kendine gider.

KALBİM

Senin kelimelerin var dedi
Sessizliğime anlam veremedi
Kalbim, kelimelerin telaşından geçti oysa çoktan
Sevmekten hiç geçmedi.

KİM - KİME?

Seven kim; sevilen kim?
Nerede bitti seven; nerede başladı sevilen?
İnsan sevdikçe dönüşür ve insan en çok - sevdiğine dönüşür.

Son Kapışma

Aşk bir sessizliktir, bir iç çekiş,
Büyük patlama öncesi -
Yaşamla ilk göz kırpışma
Aşk bir çığlıktır; bir iç kanama;
İntiharın eşiğinde -
Ölümle son kapışma…

GÜVEN

Şimdi sana söyleyeceklerimin hepsi yalan olabilir. Ama bana ulaşıp bu satırları okuduğuna göre bana asgari bir düzeyde de olsa güven duyuyor olmalısın:

Muhtemelen hatırlayamadığın bir zamanda, güvenini kıran ve affedemediğin, hala da hazmedemediğin bir deneyim yaşadın. Haklı olarak hiç kimseye güven duymayarak kendini hayal kırıklığından ve bunun olası acılarından korumayı öğrendin. Öğrendiğini çokça yeni durumda tekrarlayarak onu otomatik bir alışkanlığa dönüştürdün. Dolayısıyla bir tek deneyimi ve onun yarattığı o deneyime özel sonucu, kaderin haline getirdin. Bunu kırmak ya da tersine çevirmek için ihtiyacın olan şey, kader çarkını çevirip durmayı bırakmak. Kader çarkından ancak otomatik ve bilinçsiz düşüncelerini gerçeğin yapmayı bırakarak ve aslında 'düşüncesizce' yaşamın içine nüfuz ederek çıkabilirsin. Sen düşüncelerin, alışkanlıkların, duyguların, korkuların, deneyimlerin değilsin. Hepsi, sadece sana hizmet ediyor. Bir adım geri çekil; güvensizlik oradaysa sen içine girmeden onu izle. Hatta onu, seni hayal kırıklığının acısından korumaya çalışan hırçın bir çocuk gibi gör ve sevecenlikle kucakladığını varsay. Özünde tek ihtiyaç duyduğun şey; düşüncelerin, duyguların ya da bedeninle özdeşleşmeden, onları içten bir gülümsemeyle izleyebilmek ve bunun başlangıçta yaratacağı rahatsızlıktan kaçmadan bunu yapmak.

HATIRLAYALIM

Önce bu Dünya çölünde; gözlerimizin, ellerimizin, yüreğimizin birbirimize vaha olduğunu hatırlayalım. Sonra iki gönül - parlak yıldızlar altında, zamansızlıkta sohbetleşelim. Belki birlikte henüz keşfedilmemiş bir yola çıkalım. Birbirimize yolu vaha ve yolculuğu şenlik yapalım. Yapabiliyorsak birbirimize güzelliği yansıtalım. Birlikteyken varlığımız yokluğumuza karışsın ve onu sevgiyle gökkuşağının renklerine boyasın. Renk-ahenk, şehvetle yaşama dalalım, sarhoş olalım.

Ama lütfen, birbirimizin gözlerine bakmayı, ellerine, yüreğine mutlulukla dokunmayı, her karşılaşmamızı bir şölene dönüştürüp birbirimizi bir sonraki karşılaşmaya dek dilediği yola uğurlamayı hiç ihmal etmeyelim. Güzelliği kendimizin sanmayalım, güzelliği kendimizde tutmayalım. Güzelliği ait olduğu yere; hayatın koynuna salalım. Güzelliğin kokusunu yüreğimizde saklayalım ki hayatın koynunda kendimizi her dem sarmalanmış bulalım.

İNSAN NEYİ SEVER ÖTEKİNDE

Söylesene şair;
İnsan neyi sever ötekinde?
Bir bakışı, boyun büküşü mü
Yoksa bir iç çekişi, sesindeki tınıyı mı?
Yalnızlığını mı ya da ne bileyim
Kendisine konduramadığını mı sever?
Yoksa kendi has güzelliğini mi?
İnsan sevdiğinde şair;
Neyin izini sürer?

Talep - Vaat

Senden sevgini talep etmiyorum; ama sen yine de sev.
Sana sevgiyi vaat etmiyorum; sen yine de sevildiğini bil.

Ömür Ne Can Ne Ki?

Ne seni ne sensizliği seçtim
Benim için seçilene boynumu eğdim
Ne senden kaçtım; ne kendimden
Bana gelmişe kucak açtım

Kanatlarım yandı; acıdan geçtim.
Gözlerim yandı; hevesten geçtim.
Meğer özgürlükmüş derdim
Kör ve kanatsız; uçtum ha uçtum.

Bir nefes aldım
Bir nefes verdim
Ömür ne - can ne ki?
Canandan geçtim.

O DİL

Değil mi ki, aşk gönlün dilidir.
Aşk dile geldiğinde, herkes o dili bilir.

ZAMANLAMA - ZAMANSIZLIĞIN ZAMANI

Zamanlama her şeydir ve zamanlama; doğru zamanda, en uygun yerde, gereğini yapıyor olmak demektir. Esasen buna, akışta olmak da diyebilirsiniz.

Misal insan, zamanından önce hakikati arayıştan vazgeçmiş ise daha ümitsiz bir halde ve daha uzun bir yoldan, yeniden aramak zorunda kalacaktır. Eğer insanın zamanı gelmiş ve aramak kendiliğinden anlamını yitirmişse o zaman aranılan tam da o anda bulundu demektir.

İşin ilginç tarafı, sadece akıştaysanız bir zamana ihtiyacınız yoktur ve sadece akıştayken zamanlama tam olarak doğrudur.

Zamanından önce söylenmiş sözler; yapılan hamleler, girişimler israftır. Zamanı geçince söylenmiş sözler; yapılan hamleler ve girişimler ise sadece hayal kırıklığını derinleştirirler.

Öz-disiplin içeren, koşullar ne olursa olsun memnuniyet halini muhafaza eden, samimi çaba, zamansızlığa yoldur. Böylesi bir çaba, esasen telaşsız bir çabadır ve içinde çokça sükût vardır.

Zamansızlık, akışta olmaktır ve akışta olan aşktır.

Yanlış zamanlama; eylem henüz tamlık ve sükût içermiyor ve orada sadece debelenme hali var demektir. Aşk, daima orada olsa da hengâme içinde, sezilemez olur ve zamansızlık başka bir zamana kalır.

İnsan hatırlamalı ki, zamansızlığın bile bir zamanı vardır...

ÇOK İLİŞME

Çok ilişme, çok uzak da durma ki bir ilişkimiz olsun. Çok ilişik isek; hiç ayrılık yoksa ya ötekine yapışıyor ya da kendimizi ötekine dayatıyoruzdur.

Ötekine yapışmak ihtiyaçlarını gidermenin verimsiz bir yoludur ve esasen bağımlılıktır. Ötekine kendini dayatmak ise gaddarlıktır ve nihayetinde zalimanedir. Her iki durumda da, ilişkide, bireyselliğin nefes aralığı ve alanı olmayacaktır. O zaman da bir ilişki olmaz.

Fiziken, zihnen, kalben birbirimize çok uzak isek, hatta hiç bağlantı yoksa o zaman da birbirimize ne erişebilir ne etkileşebiliriz ve yine bir ilişki olmaz.

Beri gel ama içime düşme ya da sınırlarımıza saygı gösterelim ama birbirimizi yok da saymayalım.

Doğru mesafede olmak, ilişkiye bir koşul koymak değil samimiyet ve saygı içeren bir ilişki için, onu yeşertecek koşullar yaratmaktır.

Ben, ben iken ve sen de sen iken 'bizi' seviyorsak, bu gerçek bir ilişkidir.

Koşulsuzluk mu?

Koşulsuzluk büyüsü, ancak büyücülük sırrına erenler için lezzettir. O demden uzak olanlar için koşulsuz bir hayat, ya haddini bilmemek ya da kendini yok saymakla eşdeğerdir. Haddini bilmemek ve kendini yok saymak ise o lezzetli deme varmak için insanı yakan ateşin harıdır...

Koşulsuzluk aşktır ve orada artık ne ben vardır ne de sen...

SEVDİK GÜZEL OLDU

Son oldu
Baş oldu
İç oldu
Dış oldu
Vuruş oldu
Dokunuş oldu
Düşünüş, düşüş
Sarış, sarmalayış oldu
Oldu ha oldu
Bir oldu
Pir oldu
Sevmek güzel şeydi
Sevdik güzel oldu
Aşk oldu; aşkla oldu
Sen, ben oldu
Ben, sen oldu
Sen de ben de can oldu
Hiçbiri yoktu;
Sevdik hepsi var oldu

KENDİNİ SEVMEK, YAŞAMI SEVMEKTİR

Birisi için üzülmeyi bıraktığında, onu sevmeyi de bırakmış olmaz insan. Aslında kendisini sevmeyi hatırlamış olur ve kendini sevmekle bir başkasını sevmek, özünde aynı şeydir.

Bu bir nevi ölenin ardından tutulan yas gibidir. Aslında bu yasa gerek yoktur. Çünkü ölen sadece bedendir ve üzüldüğümüz şey, o bedenin toprağa karışacak olması değildir. Ağaç hep oradayken düşen yapraklar için üzülür müsünüz? Hayat hep oradayken ne diye ölüm için üzülesiniz? İnsan aslında ölen kişinin artık kendisinde yaşamayacağı zannından ötürü üzülür. Hatıralar silinir gider belki ve hatta ömürler geçer üstünden ama sevgi capcanlıdır ve kalbinizde giden kişinin sevgisi olduğu müddetçe kimse bir yere gitmemiş demektir

Ayrılık acısı da aynen böyledir. Önünüzde akan bir yaşam nehri vardır ve siz yüzünüzü, kafanızda kurduğunuz düşünce ve vesveselerden yapılı ölü bir geçmişten; bu canlı, akışkan tazeliğe dönemezsiniz. Ama yine de sorun yoktur. Çünkü yaşamın hiç acelesi yoktur. Esasında orada olan, her daim yaşayan özdür ve tüm yaşamı sevgisiyle var ettiği için, kaçınılmaz olarak kendisini ve dolayısıyla yaşamı sevmeyi de hatırlayacaktır.

KISKANÇLIK

Her duygu gibi kıskançlık da, ilişkilerde var olan durumları okuma, düşünme ve yorumlama şeklinize dair alışkanlıklarınızın - bilinçsiz bir uzantısıdır. Kıskanmak, temelde ‘sevdiğim kişi benim olsun ve başkasının olmasın’ demektir.

Sevdiğim kişi benim olmaz - sevdiğim kişi olsa olsa ben olur. Sevdiğim kişi mal ya da nesne değil ki, ben onu çok sevdim diye beni çok ve hep, üstelik de benim arzu ettiğim şekilde sevmek zorunda olsun. Severse ne âlâ ve eğer severse - bu kesinlikle - ben kendimi derin, çok ve hep sevdiğim içindir.

Kıskançlık, özünde kendine ait bir güvensizliği ve memnuniyetsizliği ötekine yansıtarak görünür kılmaya yarar. Muhtemelen yalnız kalma korkusu ya da sevilebilir olduğunuza dair inançsızlık ve belki değersizlik hissi asıl meselenizdir. Bunların biri veya birkaçı orada olduğunda artık onun sizi kendi dilinde sevmesi yetmez, sizden başkasını sizin gibi sevmeyeceğini hep bilmek ve sizi nasıl seveceğini de kontrol etmek; aslında ona sahip olmak ve böylelikle sevilmeyi garanti altına almak istersiniz. Çünkü geçmişte ya sizi yeterince ve hakikatli sevmemişlerdir ya da bir şey karşılığında sevgi vermişler ve sevgisizlikle tehdit ederek "terbiye etmişlerdir". Kıskanılan erkek ya da kadın, aslında sadece içinizdeki koşulsuz, beklentisiz ve çok sevilme ihtiyacınızı görülebilir kılar.

Farkındalık orada olduğunda; zihinsel kurguların yarattığı gereksiz duygular hükmünü yitirir. O yüzden siz birini kıskandığınızda sizde olan şeyi görmek ve size hizmet etmeyen düşünce döngünüzü artık bırakmaktır esas olan şey. O halde size hizmet etmeyen duygular yaşadığınızda; durun ve o duyguyu nasıl yarattığınızı görmeye çalışın evvela. Bunun adı kıskançlık ise kendinizi nasıl da terk edilesi ya da başka bir kadına/erkeğe tercih edilesi gördüğünüzü görün. Bunları gördüğünüzle, bir süre sessizlik içinde kalın. O sessizlikte, farkındalık, kökte olan meselenin kendiliğinden çözülmesini sağlar. O çözüldüğünde bir tekniğe vs. ihtiyaç olmadan sorun da kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

Görmeniz gerekeni göremeyip de işlevsiz alışkanlığınızı sürdürdüğünüzde, olacak olan şey, kaybetmekten korktuğunuz şeyi, kaybetmektir. Zira kıskançlık yaptığınızda partnerinize olan sevginiz de görülemez, algılanamaz olur. Çünkü kıskançlık yaptığınızda partnerinizin ilişkideki yolunu kontrol etmeye çabalamış, ondan özgürlüğünü ve belki özgünlüğünü de almış olursunuz. Bu da beklentinizin tam aksine onu sizden uzaklaştırır ve çoğu zaman kendi kehanetinizi doğrulanmış bulursunuz; ya sizi terk eder ya da aldatır. Diyelim ki bunlar olmadı; o zaman da size sevecek birisi kalmaz; partnerinizi sıkıcı ve gereksiz bulmaya başlarsınız.

İlişkide bir sorunla karşılaştığımızda meselenin özü, kendi vicdanlarımızın sesini duyabilir ve ötekindeki aynı vicdana da erişebilir olmaktır. O sese neresinden eriştiğimizin pek bir önemi yoktur. Bir insanın kendinde var olan kıskançlıkla yüzleşmesi ile bir insanın kendisinde var olan sevgisizlikle, saygısızlıkla yüzleşmesi temelde aynı yolculuktur ve birini dürüstçe yapabilenin ötekini de yapma şansı belirir.

Son söz;
İlişkilerde kimse kimseye bir şey yapmaz; herkes, kendime her ne yapıyorsam onu görmeme yardımcı olur.